UZAK-YAKIN ÜLKEDEN GELEN MEKTUP
Ragıp Zarakolu
Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesinden “Acı Bir Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, "Deli" namıyla maruf Kevork Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.
Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz, olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anı asla gerçekleşmeyeceği an dank eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini. İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır.
12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu zindanda…
Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:
“Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü T."C" işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 "af"fı ile "özgürlüğüne" kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915'te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak
yeniden çalıştırma görevini yerine getirmiş neslin temsilcisi, "T.C"
mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir direniş örneğiyle
omuzlamayı kader bilmiş, "düşmana inat bir gün fazla yaşamak" amacıyla
baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye
çekmeden hep insanlık onuruna sadık kalma şerefine nail olarak
yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de "Der-Zor'a ertelenmiş
sürgün" 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince
"Deli Kevork", diğer halktan olanlarca "Gâvuroğlu" olarak tanımlanmış
sevgili babam Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln'de
vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü anavatanından uzak ve bize yabancı
yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda eden babamın
ruhu eminim şimdi Adıyaman'dan İskenderun'a uzanan sıradağlarda
özgürce kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca
yaşama arzu ve özlemiyle çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın
anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm rüyalarının da "deli"
mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN "Vardaşen"
Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010”.
Sakis Hatspanyan, Ermenistan’da hayli olaylı geçen genel seçimler sonrasında gözaltına alındı. Herhangi bir somut suçlama olmadan gözaltında tutulan Hatspanya’ın serbest bırakılması için benim de imza verdiğim bir kampanyası başlatıldı. Aşağıda Devlet Başkanı Serj Sarkisian’a yollanan imza metnine yer vermekteyim:
“Sayın Başkan
Ermeni halkının yiğit evladı, Sarkis Hatspanian’ın Başkanlık seçimlerindeki siyasi tutumundan dolayı kasım 2008 tarihinden bu yana Yerevan’da siyasi tutuklu olduğunu üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayız.
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi; Ermeni devrimciler, uluslar arası devrimci harekete başından beri omuz vermişler, birçoğu bu yolda hayatını kaybetmiştir. 1789 Fransız Devriminde yer alan İsdepan (Etienne) Vosgan; Haziran 1915'te diğer Ermeni sosyalist yoldaşlarıyla birlikte idam sehpasına tırmanırken “yaşasın Sosyalizm!” diye haykıran Paramaz (Matdeos Sarkisyan) 1915 Soykırımından sağ kurtulabilenlerden, bulundukları ülkedeki devrimci mücadelelere omuz verirken yaşamını yitiren Şadarevian (Lübnan), Boğosyan (Bulgaristan), Armenak Bakırcıyan (Orhan Bakır - Türkiye) bunlardan yalnızca birkaç tanesidir. Dahası, Ermeniler, 1936 İspanya İç savaşında Devrimci müfrezeler içinde yer almışlar, Aşot Artiesyan, falanjistlere karşı dövüşürken yaşamını kaybetmiştir. Ve nihayet, 1940’larda Nazilere karşı direnişte ön safta yer alıp kurşuna dizilen efsanevî Manuşyan (Komutan Charles)’ın adını anmak gerekir.
Bu devrimci geleneğin son kuşağından Aleksandrette/İskenderun doğumlu Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgâhında işkence görmüştür. Bunun ardından, kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.
Sarkis Hatspanian’ın, bir yılı aşkın süredir hakkında hiçbir suçlamada bulunulmaksızın ve muhakeme edilmeden cezaevinde tutulması, bizleri derin bir üzüntü içinde bırakmaktadır. Kendisinin bir an önce serbest bırakılması için gerekli girişimlerde bulunarak, özgürlüğüne kavuşmasına, ailesine, dostlarına, yoldaşlarına kavuşarak, her zaman yanında olmak istediği halkının arasına dönmesine yardımcı olacağınıza inanmak istiyoruz.”
Bugün Türkiye’de uydurma gerkeçelerle, TMY’nin kötü yazılmış suistimale açık maddeleri mesnet gösterilerek, gözaltında tutulan Mehmet Yeşiltepe ve Murat Akıncılar gibi Türkiyeli sosyalist yazarlarla ilgili Ankara Düşünce Özgürlüğü Platformunun açıklamasına da yer vermek istiyordum. Öteki yazıya kaldı. Hasılı dünyanın her yerinde sosyalist olmak zor zanaat. Ama olumlu şeyler de oluyor. Devrimci yazar Kutsiye Bozoklar’ın cenazesine katıldıkları için TMY temelinde tutuklanan Sanat ve Hayat Dergisi yayın yönetmeni Hacı Orman ve arkadaşları serbest bırakıldılar. TMY’nin Türkiye’yi Quntanamo Üssüne çevirmek üzere, 1000’in üstünde Kürt toplum önderinin tutuklanması bunun kanıtı. Anti-komünist eğilimin son dönemlerde yeniden boy göstermesi ile, keyfi tutuklamalar da artmış vaziyette.
Acı Kayıp
Yoldaş "Deli" Kevork TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü T."C" işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 "af"fı ile "özgürlüğüne" kavuşmuş bir yoldaşımızdır.Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915'te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak
yeniden çali$tirma görevini yerine getirmi$ neslin temsilcisi, "T.C"
mahpusanelerinde Ermeni kimligini ba$i dimdik bir direni$ örnegiyle
omuzlamayi kader bilmi$, "dü$mana inat bir gün fazla ya$amak" amaciyla
baski, zulüm ve hakarete maruz kalmayi tek bir defa bile sineye
çekmeden hep insanlik onuruna sadik kalma $erefine nail olarak
ya$adigi 81 eziyet dolu senelerine, bir de "Der-Zor'a ertelenmi$
sürgün" 3 göçü sigdirmak zorunda kalmi$ olan, Kilikya Ermenilerince
"Deli Kevork", diger halktan olanlarca "Gâvuroglu" olarak tanimlanmi$
sevgili babam Kevork Dzeruni HATSPANIAN, 28.ocak.2010 günü Köln'de
vefat etmi$tir. Dogup büyüdügü anavatanindan uzak ve bize yabanci
yerlerde topraga verilme acisiyla dünyevi ya$ama veda eden babamin
ruhu eminim $imdi Adiyaman'dan Iskenderun'a uzanan siradaglarda
özgürce kanatlanip uçmaktadir. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca
ya$ama arzu ve özlemiyle çarpmi$ koskoca bir yürek ta$imi$ babamin
anisini ya$atacak, gerçekle$tiremedigi tüm rüyalarinin da "deli"
mirasçisi olmaya çali$acagim ! Sarkis HATSPANIAN "Varda$en"
Mahpusanesi, Ermenistan - 29.ocak.2010
30 Ocak 2010 Cumartesi
17 Ocak 2010 Pazar
3. ÖLÜM YILDÖMÜNDE AKHPARİK HRANT’IN ANISINA!...
3. ÖLÜM YILDÖMÜNDE AKHPARİK HRANT’IN
ANISINA!... Seni anlatabilmek seni,
İyi çocuklara, kahramanlara…
Seni anlatabilmek … Seni…
Bir kibrit çöpüne…
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne!..
Ahmed ARİF
“Bizim bu topraklarda gözümüz var. Ama bir yerlere alıp götürmek için değil, yerin taaa dibine gömülmek için…”
...demişti bir keresinde!..
“Bir güvercinin ruh tedirginliği içindeyim… ürkek… güvensiz… Ama biliyorum ki bu ilkede güvercinlere dokunmazlar…”
…diye yazıyordu “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısında…
Son yazısı olmuştu bu!..
Yokluk, yoksulluk içinde geçmişti çocukluğu, gençliği. Yetimhanede büyümüştü.
Halkının yaşadığı “büyük felaket”i, soykırımı iliklerine kadar yaşıyordu.
Ama ırkçılığa, halklar arasında kin ve düşmanlığa zerre kadar prim vermemişti ömrü boyunca…
O, devrimci bir bilinçle yaklaşıyordu halklar sorununa…
TKP-ML(TİKKO) üyesiydi gençlik yıllarında. 12 Eylül askeri faşist darbesi geldiğinde arkadaşlarına artı bir zarar gelmesin diye adını Fırat DİNÇ olarak değiştirecek kadar sorumlu ve naif bir düşünce adamıydı.
Türkiye Sosyalistlerinin-en azından bir kesiminin- birleşik bir partisi gündeme geldiğinde tereddüt etmeden Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde yerini almıştı.
Kürt Halkı’nın yaşadığı zulme, katliamlara sessiz kalmadı. Kürt Halkı’nın eşit, özgür yaşama isteğine, onurlu bir barış talebine bütün gücüyle destek verdi. Barış Meclisi üyesiydi.
Irak Savaşı sırasında Arap Halkıyla dayanışma için “Doğu Konferansı Girişimi”nin kurucuları arasında yer aldı.
O, İHD üyesiydi aynı zamanda, yılmaz bir insan hakları savunucusuydu. Yaşasaydı bugün Manisa Selendi’de yaşananların karşısında bütün yüreğiyle dimdik durup “hepimiz Roman’ız” diye haykıracağından asla şüphe duymuyoruz.
Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazıyordu.
…Ve AGOS’u kurmuştu, Ermenice-Türkçe… Öz çocuğuydu AGOS, her şeyiydi O’nun… Ve O, her şeyiydi AGOS’un; kurucusu, yazarı, sahibi, genel yayın yönetmeni…
Ermeni Halkı’ndan Türk Halkı’na, Türk Halkı’ndan Ermeni Halkı’na bilgi, haber, duygu aktarıyordu AGOS, halklar arasında bir duygu köprüsüydü O’nun AGOS’u.
Kendisinin ve ailesinin asgari ihtiyaçları dışında bütün varlığını AGOS’a ve Ermeni Yetimhanesindeki çocuklara adamıştı.
Bu nedenle kış ortasında altı delik ayakkabıyla dolaşıyordu ve vurulup boylu boyunca uzandığı yerden ayakkabısının altındaki delik suratına çarpıyordu utanmasını bilenlerin!..
AKHPARİK Hrant, 24 Nisan’dan- 24 Nisan’a emperyalist metropollerde ısıtılan ve Türkiye’yi emperyalist politikaları için dünyanın dört bir yanında daha fazla jandarma olarak kullanmak üzere sıkıştırmaktan başka bir amacı olmayan “soykırım” tartışmalarının ardındaki gerçeği gördü ve bu yüzden bunlara itibar etmedi hiçbir zaman.
Hrant bir barış savaşçısı olmasına rağmen söylemindeki hümanizmi ve kardeşliğe vurgusunu anlamayanlara karşı mesafeli durdu ve hep bir kavgası oldu.
Yurtlarından sökülen ve söylemine karşı çıkan kardeşleriyle anlaşamadığı da oldu ama devletin, resmi ideolojinin, resmi tarihin yalanlarına, yasaklarına teslim olmak da değildi O’nun bu tutumu.
O, halkının yaşadıklarını, Anadolu’nun yoksul, emekçi halklarına anlatmanın yolunu aradı hep. İnatla… Israrla.
Halklar arasında bir duygu köprüsü kurmaktı O’nun yaptığı.
Gizlenen gerçekleri açığa çıkarıp resmi tarihin yalanlarını teşhir ettikçe; açık faşistinden “sol” maskelisine, bütün “kafatası cumhuriyetçileri” nin boy hedefi haline gelmekte gecikmedi.
Sabiha GÖKÇEN’in şahsında Ermeni yetimleri sorununu dile getiren yazısından sonra İstanbul Valiliği’ne çağrılıp Vali Muavini’nin yanında iki MİT görevlisince tehdit edilmişti, “usulünce”!..
Ermeni halkında oluşan “Türk” imajını eleştirdiği uzun sosyo-psikolojik tahlil yazısı “Türklüğe hakaret” olarak damgalandı ve linç gösterileriyle dolu yargılama süreçlerinde 301.’den mahkum edildi.
Gerisi artık 1,5 milyon + 1 mesajının nasıl verileceğine kalmıştı.
Onu da soykırım mirasını sahiplenen bir devlete “yakışır” bir şekilde hallettiler. Artık bu işler için kullanmak üzere ellerinin altında her köşe başında hazır tuttukları bir “tetikçi güruh”u bu iş için kullandılar.
Ve bunu göstere göstere, bütün dünyanın gözlerinin içine sokarak yaptılar.
Neredeyse bütün bir kasaba halkı tetiği kimin çekeceğini bile aylar öncesinde biliyordu. “Ulucanlar Katliamının Baş Celladı”; dönemin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali ÖZ de, Trabzon ve İstanbul Emniyet Müdürlükleri de, Emniyet İstihbarat Genel Müdürlüğü de biliyordu bunu.
Dahası ve en alçakça olanı da Akhparik Hrant’ın kendisi de bunu net olarak biliyordu ve artık “bir güvercinin ruh tedirginliği” içinde yaşıyordu. Gerisi yer ve zaman meselesiydi.
O da “usta işi” kotarılmıştı!..
19 Ocak saat:15.00
19 ve 15 = 1915
Mesaj tamamlanmıştı.
Sonra da Bahçeli’sinden, Yazıcıoğlu’na, Erdoğan’ından Baykal’ına-Perinçek’ine koro halinde gözyaşı dökmeye başlamışlardı!.. Timsah gözyaşları!..
“Hrant DİNK cinayeti Türkiye’nin imajına zarar vermiştir…”diyorlardı.
Öldürülmesi için gerekli bütün koşulları yaratanlar, O’nun ölüsünden de “fayda” sağlamaya çalışıyorlardı bu ırkçı ve kafatasçı cumhuriyet hesabına...
İğrenç, mide bulandırıcı ve hayâsızca!..
Bir toplumun “vijdan’ı bu kadar zulmü taşıyamazdı.
…Ve “vijdan” ayaklandı!..
Cenazesinde yol boyunca yürüdükçe büyüyen bir insan seli, yüz binler hep bir ağızdan “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diye haykırdı…
Taammüden işlenen bu devlet cinayeti tam da sahibini vuruyordu ki, tetikçiyi “buluverdiler”!..
Ardından da “azmettirici” psikopat “çete”yi!..
Artık “yargı devrede” idi ve artık “adalet mekanizması işleyecek” ti.
Kısa sürede mâlûm “klasik” de kendini gösterdi:
Karakolda kahraman Türk Polisi “tetikçi” ile hatıra fotoğrafı çektirme yarışına girmişti. Türk bayrağı önünde kartpostallık pozlar verdirilmiş ve basına servis edilmişti. Mahkemeye getirilen Cezaevi ring aracında “Ya sev,ya terk et” çıkartması sırıtıyordu. Duruşmalarda Hrant’ın ailesine, avukatlarına ağza alınmayacak küfürler, hakaretler savruluyordu. Her duruşmada Hrant’a bir kurşun daha sıkılıyordu adeta…
Türk usulü “adalet” böyle dağıtılıyordu!..
Aradan geçen 3 koca yılda orta yerdeki bütün verilere rağmen, gerçek katillere ulaşma konusunda bir arpa boyu yol alınmış değil.
Kendi bakanlarına “suikast” iddiaları için “kozmik oda” ya giren AKP adaleti Hrant’ın gerçek katillerinin ifadesine bile başvurmuyor.
Sistemin asker-sivil bürokrat eliti ile aralarındaki güç ve iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi sistemin dışında gören, ondan “post liberal” hayaller besleyenler, ezilenler için de adalet bekleyenler AKP’nin bir “egemen ulus” ve “egemen sınıf” partisi olduğunu unutuyorlar.
Güncel politik duruşlarından yola çıkıp her şeyi AKP karşıtlığı üzerinden kurmak ve Hrant Dink cinayetini de “Hrant’ın katili faşist AKP” diye slogan atarak AKP’ye yüklemek bilerek ya da bilmeyerek gerçek katilleri, Kontr-gerillayı, asıl devleti gözlerden saklamak ve abesle iştigal etmektir ama AKP’den Hrant için adalet beklemek de aptalcadır.
Aslolan bu devletin dayandığı ırkçı-kafatasçı temeli, resmi tarihi, resmi ideolojiyi ortadan kaldırmaktır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne, isterlerse ayrılma hakkına sahip olduğu bir ülke ve toplumsal sistem yaratmaktır.
Aksi halde Laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk (LAHASÜMÜT) kimliğini taşıyan, ya da bu kimliğe bürünmeye rıza gösterenler dışındaki herkes, her topluluk hedeftedir. Egemen ulus ve kimliğin dışındaki kimliklerin hakâret ve aşağılama konusu olduğu, toplu sürgün ve kıyımlara uğradığı, Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi göstere göstere katledildiği bir “bir arada yaşam” söz konusu olamaz.
Lenin’in dediği gibi;”hiçbir şey işçi sınıfının enternasyonal birliğine ulusal haksızlıklar kadar engel olamaz. Ulusal haksızlıkların olduğu bir yerde işçi sınıfının enternasyonal birliği kurulamaz…”
Ulusal haksızlıkları –“etnik meseleleri kaşımama” adına- görmezden gelindikçe, “bir arada yaşam”ın koşulları oluşmamakta, aksine egemen ulus ırkçılığı gemi azıya alarak bir arada nefes alma olanağı dahi bırakmamaktadır.
Ermeni-Nasturi soykırımını görmezden gelmek, Kürt soykırımına, Kürt soykırımını görmezden gelmek linç kültürünün büyümesine ve en son romanların bir kasabadan topyekün sürülmesine giden yolu açmıştır.
1915’in hemen ertesinde Anadolu’daki Rumlar’ın sürülmesi, Çerkezlerin hizaya getirilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşları şahsında komünist katliamı ve ardından Koçgiri’den Palu’ya, Sason’dan Zilan’a, Oremar’dan Tendürek’e Agiri’den Dersim’e vb. Kürt isyan ve katliamlarına sıra gelmiştir.
Mübadele yıllarında iki milyon Rum’dan dört yüz bininin kaldığı görülmüş, bu dörtyüzbinden de ikiyüzbini mübadele sırasında ölmüş, “varlık vergisi” ile gayrimüslimlere varlıklarının birkaç katı vergi konmuş, el konulan tüm mal varlıkları da yetmeyince Aşkale’de, Sivrihisar’da çalışma kamplarında telef edilmişlerdir. ”Sivil” yağma, çapul ve katliamın örgütlendiği 6-7 Eylül olayları yıllar sonra hazırlayıcıları tarafından; “muhteşem bir organizasyondu” sözleriyle Türk Gladio tarihindeki müstesna yerini almıştır.
Osmanlıda kılıçtan geçirilip, kuyulara atılan Kızılbaşların, Alevilerin kaderi Cumhuriyet Döneminde de değişmemiş, Çorum’da, Maraş’ta, Gazi’de katliama uğramış, Sivas’ta diri diri yakılmışlardır.
Son Kürt isyanında kırk bin civarında insan katledilmiş, on sekiz bin civarında “faili meçhul” cinayet işlenmiş, dört bin civarında köy-mezra yakılıp yıkılmış, dört milyon civarında Kürt toprağından sürülmüş, kendi ülkesinde “mülteci” konumuna getirilmiştir.
“Kürt Açılımı” diye başlayıp DTP’nin kapatılması, seçilmiş belediye başkanlarının kapısının kırılarak, başına basarak, kelepçelenip tek sıra halinde çekilmiş görüntülerinin basına servis edilerek sömürgeci egemenliğin küstahça sergilendiği merasimlerle “Kapan” a dönüşmesinin AKP eliyle olmasını anlamayanlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmamasının yegane “gerekçe” sini hatırlamalıdırlar: Burjuva medyasındaki akıl hocası zevatın ağız birliği etmişçesine; ”AKP kapatılırsa doğuda başka Türk partisi kalmaz” şeklindeki çığlıkları boşuna değildi.
Başka yolu yok!..
Ya bu ırkçı ve kafatascı Cumhuriyetin yerine ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne dayalı bir ülke yaratacağız ya da bu kan ve zulüm denizinde debelenmeye, boğulmaya devam edeceğiz...
Akhparik Hrant!..
Sana söz veriyoruz.
Baskılara, katliamlara ”haldan bilmez kahpe yalana” inat seni anmaya, anlatmaya devam edeceğiz.
“İyi çocuklara, kahramanlara…”
Sen rahat uyu!..
ASLA UNUTMAYACAĞIZ!..
ASLA UNUTTURMAYACAĞIZ!..
-CEYNE ASTERUN YEĞPAY RÜTYUN
-BİJİ BIRATİYA GELLA
-YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ
16 0CAK 2009/ANKARA
MAHMUT KONUK
Hrant Dink ve Halklar Sorunu panelinde yaptığı konuşmadır
ANISINA!... Seni anlatabilmek seni,
İyi çocuklara, kahramanlara…
Seni anlatabilmek … Seni…
Bir kibrit çöpüne…
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne!..
Ahmed ARİF
“Bizim bu topraklarda gözümüz var. Ama bir yerlere alıp götürmek için değil, yerin taaa dibine gömülmek için…”
...demişti bir keresinde!..
“Bir güvercinin ruh tedirginliği içindeyim… ürkek… güvensiz… Ama biliyorum ki bu ilkede güvercinlere dokunmazlar…”
…diye yazıyordu “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısında…
Son yazısı olmuştu bu!..
Yokluk, yoksulluk içinde geçmişti çocukluğu, gençliği. Yetimhanede büyümüştü.
Halkının yaşadığı “büyük felaket”i, soykırımı iliklerine kadar yaşıyordu.
Ama ırkçılığa, halklar arasında kin ve düşmanlığa zerre kadar prim vermemişti ömrü boyunca…
O, devrimci bir bilinçle yaklaşıyordu halklar sorununa…
TKP-ML(TİKKO) üyesiydi gençlik yıllarında. 12 Eylül askeri faşist darbesi geldiğinde arkadaşlarına artı bir zarar gelmesin diye adını Fırat DİNÇ olarak değiştirecek kadar sorumlu ve naif bir düşünce adamıydı.
Türkiye Sosyalistlerinin-en azından bir kesiminin- birleşik bir partisi gündeme geldiğinde tereddüt etmeden Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde yerini almıştı.
Kürt Halkı’nın yaşadığı zulme, katliamlara sessiz kalmadı. Kürt Halkı’nın eşit, özgür yaşama isteğine, onurlu bir barış talebine bütün gücüyle destek verdi. Barış Meclisi üyesiydi.
Irak Savaşı sırasında Arap Halkıyla dayanışma için “Doğu Konferansı Girişimi”nin kurucuları arasında yer aldı.
O, İHD üyesiydi aynı zamanda, yılmaz bir insan hakları savunucusuydu. Yaşasaydı bugün Manisa Selendi’de yaşananların karşısında bütün yüreğiyle dimdik durup “hepimiz Roman’ız” diye haykıracağından asla şüphe duymuyoruz.
Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazıyordu.
…Ve AGOS’u kurmuştu, Ermenice-Türkçe… Öz çocuğuydu AGOS, her şeyiydi O’nun… Ve O, her şeyiydi AGOS’un; kurucusu, yazarı, sahibi, genel yayın yönetmeni…
Ermeni Halkı’ndan Türk Halkı’na, Türk Halkı’ndan Ermeni Halkı’na bilgi, haber, duygu aktarıyordu AGOS, halklar arasında bir duygu köprüsüydü O’nun AGOS’u.
Kendisinin ve ailesinin asgari ihtiyaçları dışında bütün varlığını AGOS’a ve Ermeni Yetimhanesindeki çocuklara adamıştı.
Bu nedenle kış ortasında altı delik ayakkabıyla dolaşıyordu ve vurulup boylu boyunca uzandığı yerden ayakkabısının altındaki delik suratına çarpıyordu utanmasını bilenlerin!..
AKHPARİK Hrant, 24 Nisan’dan- 24 Nisan’a emperyalist metropollerde ısıtılan ve Türkiye’yi emperyalist politikaları için dünyanın dört bir yanında daha fazla jandarma olarak kullanmak üzere sıkıştırmaktan başka bir amacı olmayan “soykırım” tartışmalarının ardındaki gerçeği gördü ve bu yüzden bunlara itibar etmedi hiçbir zaman.
Hrant bir barış savaşçısı olmasına rağmen söylemindeki hümanizmi ve kardeşliğe vurgusunu anlamayanlara karşı mesafeli durdu ve hep bir kavgası oldu.
Yurtlarından sökülen ve söylemine karşı çıkan kardeşleriyle anlaşamadığı da oldu ama devletin, resmi ideolojinin, resmi tarihin yalanlarına, yasaklarına teslim olmak da değildi O’nun bu tutumu.
O, halkının yaşadıklarını, Anadolu’nun yoksul, emekçi halklarına anlatmanın yolunu aradı hep. İnatla… Israrla.
Halklar arasında bir duygu köprüsü kurmaktı O’nun yaptığı.
Gizlenen gerçekleri açığa çıkarıp resmi tarihin yalanlarını teşhir ettikçe; açık faşistinden “sol” maskelisine, bütün “kafatası cumhuriyetçileri” nin boy hedefi haline gelmekte gecikmedi.
Sabiha GÖKÇEN’in şahsında Ermeni yetimleri sorununu dile getiren yazısından sonra İstanbul Valiliği’ne çağrılıp Vali Muavini’nin yanında iki MİT görevlisince tehdit edilmişti, “usulünce”!..
Ermeni halkında oluşan “Türk” imajını eleştirdiği uzun sosyo-psikolojik tahlil yazısı “Türklüğe hakaret” olarak damgalandı ve linç gösterileriyle dolu yargılama süreçlerinde 301.’den mahkum edildi.
Gerisi artık 1,5 milyon + 1 mesajının nasıl verileceğine kalmıştı.
Onu da soykırım mirasını sahiplenen bir devlete “yakışır” bir şekilde hallettiler. Artık bu işler için kullanmak üzere ellerinin altında her köşe başında hazır tuttukları bir “tetikçi güruh”u bu iş için kullandılar.
Ve bunu göstere göstere, bütün dünyanın gözlerinin içine sokarak yaptılar.
Neredeyse bütün bir kasaba halkı tetiği kimin çekeceğini bile aylar öncesinde biliyordu. “Ulucanlar Katliamının Baş Celladı”; dönemin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali ÖZ de, Trabzon ve İstanbul Emniyet Müdürlükleri de, Emniyet İstihbarat Genel Müdürlüğü de biliyordu bunu.
Dahası ve en alçakça olanı da Akhparik Hrant’ın kendisi de bunu net olarak biliyordu ve artık “bir güvercinin ruh tedirginliği” içinde yaşıyordu. Gerisi yer ve zaman meselesiydi.
O da “usta işi” kotarılmıştı!..
19 Ocak saat:15.00
19 ve 15 = 1915
Mesaj tamamlanmıştı.
Sonra da Bahçeli’sinden, Yazıcıoğlu’na, Erdoğan’ından Baykal’ına-Perinçek’ine koro halinde gözyaşı dökmeye başlamışlardı!.. Timsah gözyaşları!..
“Hrant DİNK cinayeti Türkiye’nin imajına zarar vermiştir…”diyorlardı.
Öldürülmesi için gerekli bütün koşulları yaratanlar, O’nun ölüsünden de “fayda” sağlamaya çalışıyorlardı bu ırkçı ve kafatasçı cumhuriyet hesabına...
İğrenç, mide bulandırıcı ve hayâsızca!..
Bir toplumun “vijdan’ı bu kadar zulmü taşıyamazdı.
…Ve “vijdan” ayaklandı!..
Cenazesinde yol boyunca yürüdükçe büyüyen bir insan seli, yüz binler hep bir ağızdan “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diye haykırdı…
Taammüden işlenen bu devlet cinayeti tam da sahibini vuruyordu ki, tetikçiyi “buluverdiler”!..
Ardından da “azmettirici” psikopat “çete”yi!..
Artık “yargı devrede” idi ve artık “adalet mekanizması işleyecek” ti.
Kısa sürede mâlûm “klasik” de kendini gösterdi:
Karakolda kahraman Türk Polisi “tetikçi” ile hatıra fotoğrafı çektirme yarışına girmişti. Türk bayrağı önünde kartpostallık pozlar verdirilmiş ve basına servis edilmişti. Mahkemeye getirilen Cezaevi ring aracında “Ya sev,ya terk et” çıkartması sırıtıyordu. Duruşmalarda Hrant’ın ailesine, avukatlarına ağza alınmayacak küfürler, hakaretler savruluyordu. Her duruşmada Hrant’a bir kurşun daha sıkılıyordu adeta…
Türk usulü “adalet” böyle dağıtılıyordu!..
Aradan geçen 3 koca yılda orta yerdeki bütün verilere rağmen, gerçek katillere ulaşma konusunda bir arpa boyu yol alınmış değil.
Kendi bakanlarına “suikast” iddiaları için “kozmik oda” ya giren AKP adaleti Hrant’ın gerçek katillerinin ifadesine bile başvurmuyor.
Sistemin asker-sivil bürokrat eliti ile aralarındaki güç ve iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi sistemin dışında gören, ondan “post liberal” hayaller besleyenler, ezilenler için de adalet bekleyenler AKP’nin bir “egemen ulus” ve “egemen sınıf” partisi olduğunu unutuyorlar.
Güncel politik duruşlarından yola çıkıp her şeyi AKP karşıtlığı üzerinden kurmak ve Hrant Dink cinayetini de “Hrant’ın katili faşist AKP” diye slogan atarak AKP’ye yüklemek bilerek ya da bilmeyerek gerçek katilleri, Kontr-gerillayı, asıl devleti gözlerden saklamak ve abesle iştigal etmektir ama AKP’den Hrant için adalet beklemek de aptalcadır.
Aslolan bu devletin dayandığı ırkçı-kafatasçı temeli, resmi tarihi, resmi ideolojiyi ortadan kaldırmaktır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne, isterlerse ayrılma hakkına sahip olduğu bir ülke ve toplumsal sistem yaratmaktır.
Aksi halde Laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk (LAHASÜMÜT) kimliğini taşıyan, ya da bu kimliğe bürünmeye rıza gösterenler dışındaki herkes, her topluluk hedeftedir. Egemen ulus ve kimliğin dışındaki kimliklerin hakâret ve aşağılama konusu olduğu, toplu sürgün ve kıyımlara uğradığı, Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi göstere göstere katledildiği bir “bir arada yaşam” söz konusu olamaz.
Lenin’in dediği gibi;”hiçbir şey işçi sınıfının enternasyonal birliğine ulusal haksızlıklar kadar engel olamaz. Ulusal haksızlıkların olduğu bir yerde işçi sınıfının enternasyonal birliği kurulamaz…”
Ulusal haksızlıkları –“etnik meseleleri kaşımama” adına- görmezden gelindikçe, “bir arada yaşam”ın koşulları oluşmamakta, aksine egemen ulus ırkçılığı gemi azıya alarak bir arada nefes alma olanağı dahi bırakmamaktadır.
Ermeni-Nasturi soykırımını görmezden gelmek, Kürt soykırımına, Kürt soykırımını görmezden gelmek linç kültürünün büyümesine ve en son romanların bir kasabadan topyekün sürülmesine giden yolu açmıştır.
1915’in hemen ertesinde Anadolu’daki Rumlar’ın sürülmesi, Çerkezlerin hizaya getirilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşları şahsında komünist katliamı ve ardından Koçgiri’den Palu’ya, Sason’dan Zilan’a, Oremar’dan Tendürek’e Agiri’den Dersim’e vb. Kürt isyan ve katliamlarına sıra gelmiştir.
Mübadele yıllarında iki milyon Rum’dan dört yüz bininin kaldığı görülmüş, bu dörtyüzbinden de ikiyüzbini mübadele sırasında ölmüş, “varlık vergisi” ile gayrimüslimlere varlıklarının birkaç katı vergi konmuş, el konulan tüm mal varlıkları da yetmeyince Aşkale’de, Sivrihisar’da çalışma kamplarında telef edilmişlerdir. ”Sivil” yağma, çapul ve katliamın örgütlendiği 6-7 Eylül olayları yıllar sonra hazırlayıcıları tarafından; “muhteşem bir organizasyondu” sözleriyle Türk Gladio tarihindeki müstesna yerini almıştır.
Osmanlıda kılıçtan geçirilip, kuyulara atılan Kızılbaşların, Alevilerin kaderi Cumhuriyet Döneminde de değişmemiş, Çorum’da, Maraş’ta, Gazi’de katliama uğramış, Sivas’ta diri diri yakılmışlardır.
Son Kürt isyanında kırk bin civarında insan katledilmiş, on sekiz bin civarında “faili meçhul” cinayet işlenmiş, dört bin civarında köy-mezra yakılıp yıkılmış, dört milyon civarında Kürt toprağından sürülmüş, kendi ülkesinde “mülteci” konumuna getirilmiştir.
“Kürt Açılımı” diye başlayıp DTP’nin kapatılması, seçilmiş belediye başkanlarının kapısının kırılarak, başına basarak, kelepçelenip tek sıra halinde çekilmiş görüntülerinin basına servis edilerek sömürgeci egemenliğin küstahça sergilendiği merasimlerle “Kapan” a dönüşmesinin AKP eliyle olmasını anlamayanlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmamasının yegane “gerekçe” sini hatırlamalıdırlar: Burjuva medyasındaki akıl hocası zevatın ağız birliği etmişçesine; ”AKP kapatılırsa doğuda başka Türk partisi kalmaz” şeklindeki çığlıkları boşuna değildi.
Başka yolu yok!..
Ya bu ırkçı ve kafatascı Cumhuriyetin yerine ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne dayalı bir ülke yaratacağız ya da bu kan ve zulüm denizinde debelenmeye, boğulmaya devam edeceğiz...
Akhparik Hrant!..
Sana söz veriyoruz.
Baskılara, katliamlara ”haldan bilmez kahpe yalana” inat seni anmaya, anlatmaya devam edeceğiz.
“İyi çocuklara, kahramanlara…”
Sen rahat uyu!..
ASLA UNUTMAYACAĞIZ!..
ASLA UNUTTURMAYACAĞIZ!..
-CEYNE ASTERUN YEĞPAY RÜTYUN
-BİJİ BIRATİYA GELLA
-YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ
16 0CAK 2009/ANKARA
MAHMUT KONUK
Hrant Dink ve Halklar Sorunu panelinde yaptığı konuşmadır
2 Ocak 2010 Cumartesi
AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN
“Yarın… cesaretimiz kadar olacaktır.”
(Rojdestvenski.)
AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi…
Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği tarihsel çerçeveye* saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor…
Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir…
Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki…
Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal Sorunu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti.
AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar…
Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır.
Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.
Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar.
Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir. “Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır.
Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hal”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hal”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir.
Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” beklentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor.
Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.
Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki adliye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı, gazlanmayı ve kabul edeceğiz ya da…
Tercih bizim!
Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik…
“Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti…
Umarız bu sefer de öyle olmaz
Dedik ya tercih ve gelecek bizim!
31 Aralık 2009.
*“Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,”(http://www.zcommunications.org/zquotes/276)
Sibel Özbudun, Temel Demirer,Yücel Demirer,Kamer Konca,Mahmut Konuk,Sait Çetinoğlu,Fikret Başkaya,Gün Zileli,Nalan Temeltaş,Erdal Doğan,Güngör Şenkal,İsmail Beşikçi,Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek,Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal,Attila Tuygan,Fatime Akalın,Recep Maraşlı
gercekinatcidir@gmail.cm
(Rojdestvenski.)
AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi…
Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği tarihsel çerçeveye* saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor…
Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir…
Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki…
Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal Sorunu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti.
AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar…
Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır.
Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.
Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar.
Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir. “Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır.
Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hal”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hal”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir.
Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” beklentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor.
Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.
Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki adliye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı, gazlanmayı ve kabul edeceğiz ya da…
Tercih bizim!
Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik…
“Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti…
Umarız bu sefer de öyle olmaz
Dedik ya tercih ve gelecek bizim!
31 Aralık 2009.
*“Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,”(http://www.zcommunications.org/zquotes/276)
Sibel Özbudun, Temel Demirer,Yücel Demirer,Kamer Konca,Mahmut Konuk,Sait Çetinoğlu,Fikret Başkaya,Gün Zileli,Nalan Temeltaş,Erdal Doğan,Güngör Şenkal,İsmail Beşikçi,Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek,Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal,Attila Tuygan,Fatime Akalın,Recep Maraşlı
gercekinatcidir@gmail.cm
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)