28 Şubat 2011 Pazartesi

KANLI .1 MART.2008'İN PERDE ARKASI




24.Şubat. 2011 günü HÜRRİYET Daily News'te yayımlanan sayın Vercihan Ziflioğlu'nun 1.Mart.2008'de Ermenistan'ın başkenti Yerevan'da vuku bulan kanlı olaylar sonrasını konu edinen makalesine temel teşkil eden söyleşilerden Sarkis HATSPANIAN'la yapılmış olan röportajın bütününü Türkçe olarak aşağıda okuyabilirsiniz.

YEREVAN, 25.Şubat.2011
KANLI 1.MART.2008'İN PERDE ARKASI



1) 1 Mart olaylarını bizzat yaşadınız, olanların nedenlerini anlatabilir misiniz ?


- 1.Mart.2008'deki kanlı olayların tek nedeni, ülkede 10 yıldan beri var olan oligarşik iktidarın her ne pahasına olursa olsun, erki elinden bırakmama derdiydi.
Ordu-polis-gizli servis-mafioz tayfalarla kendini pek rahat hisseden ve daha on yıllarca yıl yönetimi ellerinde tutacağından çok emin olan güçler, 2007 Ekiminde, 10 yıllık bir sessizlikten sonra aktif politikaya döndüğünü ve cumhurbaşkanlığına adaylığını koyacağını bildiren eski cumhurbaşkanı Levon Der-Bedrosyan'ın açıklamasından sonra ters köşe oldular, bu onların hesaplarında olmayan bir adımdı, neredeyse yasa büründüler.
a) Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olaylar üzerine ne gibi etkileri oldu ?
- Çok doğrudan ! Olayların, 19.Şubat.2008'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin açıklanan hileli sonuçları akabinde gelişmesi sorunuzun esas cevabıdır ve 10 genç insanın hayatına mal olması sonucuyla tabii ki çok olumsuz, feci bir etkide bulundu derim.



b) Sizce Sarkisyan hükümetinin sorumluluğu var mıydı ?


- Bence o zaman başbakan olan Serj Sarkisyan'ın bu olaylarda doğrudan bir sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Hatta de jure olamazdı da, çünkü ordu, polis, gizli servis gibi güç kurumları zaten yasal olarak cumhurbaşkanına bağlı, bağımlıdırlar ve ondan emir alabilirler. Ben bu görüşümü, 2008 ekim-kasımında gazetelere verdiğim röportajlarda da ileri sürmüş ve Robert Koçaryan dururken S.Sarkisyan istese bile 1.Mart'tan sorumlu tutulamaz demiştim de, bazı muhalif güçler böyle bir açıklamadan hiç de hoşnut olmadıklarını, mırın-kırın eden yazı ve makaleler yayınlayarak belirtseler de, birkaç ay sonra sırf Robert Koçaryan'ı La Haye uluslararası mahkemesine dava etmek için başlatılan imza kampanyası yanında, Serj Sarkisyan'a karşı herhangi hukuki bir soruşturma, koğuşturma başvurusunda bulunmayan Ermeni Ulusal Kongresi bünyesinde yerlerini almış olduklarından aynı benim gibi düşündüklerini de facto göstermişlerdi zaten. Ancak bu
Serj Sarkisyan hükümeti masumdur anlamını taşımamaktadır, çünkü 1.Mart'ta dökülen kan olmasaydı, o bugün zapt ettiği koltukta oturuyor olmayacaktı !


c) Seçim döneminde Ermenistan'da bulunuyordum ve ortam pek huzurlu görünüyordu. O ortamın pek acı 1.Mart olaylarına dönüşüp, kan dökülmesine sebebiyet vermesinin nedenleri nelerdi ?


- Sanırım sizin rahat ve sakin bir atmosfer diye nitelediğiniz durum bana göre fazla iyimser
bir tanımlama gibi geliyor, çünkü 2008 sonu, şubat başı ve tam da seçim günü muhalefet yanlısı onlarca insan haksız yere tutuklanmışlardı. Şu ana kadar hapiste bulunan politik tutuklu arkadaşlarımızdan ikisi, Harutyun Urutyan ve Aram Bareğamyan seçim sandığına doldurulmak istenen destelerle oyların seçim sandıklarına zorbalıkla doldurulmasını engellemeye çalıştıkları için tek bir polis memurunun yalancı şahitliği yüzünden 6'şar yıl hapse mahkûm edildiler. Aynı dönem mağduru epeyi arkadaşımız, 2-2,5 sene hapiste kaldılar.
Seçim günü muhalif seçmenlere, gazetecilere, milletvekillerine, hatta yurtdışından gelmiş olan Avrupa Birliği ülkelerinden gözlemcilere, Ermenistan'daki değişik büyükelçilik çalışanı diplomatlara bile fiziki saldırılar yapıldı. Böylesi olaylar yüzlerceydi ve bu türdeki gayrikanuni tüm olaylar yerel basın-yayın organlarında saat-saat ve en ince ayrıntılarına kadar yayınladılar. Öyle ki benim bu anlattığım olaylar vuku bulduğuna göre, pek rahatsız ve saldırganlıklarla dolu bir seçim atmosferinden bahsetmek çok daha doğru olur görüşündeyim.


2) Eğer 1.Mart.2008'e dönecek olur da, olayları saat-saat hatırlamaya çalışırsanız, feci olayları bize anlatabilir misiniz ?
İnsanlara nasıl ateş ettiler ?


- Sakin geçen mitinglerde, iktidarın onlarca provokasyonuna hiç aldırış bile etmeyen, tek bir
ağaç dalının dahi zarar görmediği, her gün yüz, iki yüz, üç yüz binden fazla insanın gelip katıldığı miting ve yürüyüşlerde gayri kanuni en ufak bir olayın bile olmadığı, kaydedilmediği bir ortamda, iktidar şoka düşmüş, ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırmış durumdaydı. 23. şubattan itibaren hemen her gün mitinglerde konuşma yapan insanları durduk yerde tutuklamaya başladılar. Aynı gün benim tutuklanma emrim de verilmişti ve polisler alana gelip beni götürmeye yeltendiklerinde yüz binlerin direnişiyle karşılaşıyorlardı. Bu her gün iki-üç kez deneniyor, fakat gelen polisler geri gitmek durumunda kalıyorlardı ve bu durum 1.Mart sabahına kadar sürdü. Ancak tüm bunları biraz detaylayarak sunmak, gelişmeleri daha iyi anlamaya yarayacağından biraz daha geriden gelelim isterseniz.


Levon Der-Bedrosyan aday olduğu 2008
yılı 19.Şubat cumhurbaşkanlığı seçimini, muhalif tüm
güçleri bir çatı altında
toplayabilen tek insan olma vasfı nedeniyle, çok büyük bir farkla,
neredeyse tereyağından kıl çeker gibi denilebilecek bir kolaylıkla
kazandı. Mamafih, var olan her türlü engele karşı seçimi büyük bir
zaferle kazanmış olan LDB'nin Kuzey ve Batı ile herhangi bir ön
anlaşması bulunmadığı halde, sadece kendi halkının ezici çoğunluğunun
güvenoyunu almış olması, o zamana dek kapalı kapılar ardında yapılmış olduğu (şimdi artık % 100 herkes tarafından da bilinen) bariz plan sahiplerinin oyununu bozmaktaydı ! Her ne pahasına olursa olsun, iktidar Ermenistan'da özgürlükçü-demokrat güçlere
böyle anayasal yolla, seçimle, vs. teslim edilemezdi ve onun için de 1.Mart pogromu gerçekleştirildi.

1991 Kasım sonu
Karabağ'da tanıştığım ve LDB'den çok daha samimi ilişkiler içinde
bulunduğum Robert Koçaryan ve zamanında önce ordu komutanı,
sonra ise Savunma Bakanı olan Serj Sarkisyan ile politik anlamda hep farklı siperlerde bulunduğumuz halde, insani ilişkilerimiz normaldi. Benimle her karşılaştıklarında hep çok saygılı davranmış olan bu 2 insanla olan 17 yıllık geçmişimizin hatırına, onlara beslemiş olduğum insani duygularımı 1.Mart.2008 sabahına kadar da olduğu gibi saklamış olduğumu, 9 gün, 9 gece süren Yerevan Özgürlük meydanında yapmış olduğum konuşmaların şahidi yüz binlerce insan da duymuştur ! LDB'ye gelince, ona doğru istemler temelinde,
insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik yanlısı
halkımızın yükselttiği mücadeleyi örgütleme ihtiyacını karşıladığı, halkçı bir
vatandaşlık hareketinin önderliğini yapmaya aday olduğunu çok
açık ve net olarak açıklayıp-belirttikten sonra sadece destek verme kararını almış on binlerce den biri de bendim. Ülke anayasasına göre, seçme ve seçilme hakkı olmayan bir Fransa vatandaşı olarak, tam 21 (2008 şubat'ında 18 yıldan) beri
yaşadığım ve uğruna ölümlere gidip geldiğim anavatanımda bana ömür boyu yadigâr kalan Karabağ'ın özgürlüğü kazanımına sahip olmam dışında, ülkemde 2 de çocuk yetiştirdiğim için, anayasal bir hak olarak tanınan toplantı ve yürüyüş yapma hakkından yararlanan yarım milyonu aşkın insandan birisi olduğumdan da memnunum ! İnsan olduğumdan, ülkemin bugün ve yarını
hakkında kaygılanarak, memleketimin kaderiyle yakından ilgilendiğim için de, yüz binlerin
haklı sesine sesimi kattım. Koçaryan diktatörlüğü
koşullarının insana hiç değer vermediğini çok iyi bilip, polis güçlerinin gözünü bile kırpmadan halka silahla saldırabilecek kadar
vefasız ve namussuz olduğundan emin olduğum halde, en ön saflarda yerimi aldığım halk hareketinin kaderini kendi kaderim
olarak kabul etmiş olmaktan da hiç pişman değilim !

Bir amerikan atasözünde söylendiği gibi
Devlet memurları, başsız çivi gibidir; içeri sokabilirsiniz ama
dışarı çıkaramazsınız gerçeğine bire bir uyan Ermenistan devlet memurları ne yazık ki devlet yerine kim iktidar ise, ona hizmet etmeyi görev saymaktalar. Koçaryan'ın neredeyse ortaçağa özgü feodalite hatırlatan 10 yıl (1998-2008) süren iktidarlık dönemi, artık hiç kimsenin kuşku duymadığı çok tehlikeli bir hal aldı. Sadece bu yıllar içerisinde 2 defa parlamento, 2 defa
Cumhurbaşkanlığı, 1 anayasa değişikliği ve 2 defa da yerel muhtarlık-belediye seçimleri tümden, yani % 100 hileli olarak
örgütlendiğinden ve halk çoğunluğunun sesi-nefesi olmak zorunda olan muhalif güçlerin bölük-pörçük ve örgütsüz olması yüzünden yaklaşık 1 milyon insanımız, polisiye-askeri güce dayanarak kendini kraliyet sisteminde gören oligarşik diktatörlüğe karşı mücadele etmek yerine, memleketten
göç etti ! Neredeyse umudun kalmayıp-bittiği, böylesi kritik bir
dönemde, iktidardaki oligarşiye karşı koyacak bir alternatifin bulunmadığı sanılan yaşamsal bir zamanda, aktif politikaya geri dönme kararıyla LDB yeter artık diye düşünen hemen herkesin tartışmasız tek adayı-önderi olmayı başardı. İktidar, tabii sovyetlerin yıkıldığı en zor dönemde hem bağımsızlığını ilan edip, hem de Karabağ'da elde edilen zaferin örgütleyicisi olmak vasfıyla zaten tarihe imzasını atmış olan LDB'nin politikaya dönüş
kararının, ne gibi bir baş ağrısı olduğunu çok iyi anlamış ve halkın
en had safhaya varmış nefretini kazanmış olması dışında hiçbir
kapitalinin bulunmadığı koşullarda, hem kuzey, hem de batıdaki dış
güçlerle hemen kapalı kapılar ardında haince pazarlıklara girişmiş,
her ne pahasına olursa olsun, talan ettiği milyarların, torunlarına yetmesini garanti edebilme derdiyle yanıp tutuştuğundan, o güçlerin en azından bir
10 yıl daha iktidarda kalabilmesine yardımcı olmasını bekliyordu. Ama, 2008 şubatında
herkesi şaşırtan, hiç beklenmedik
denmeye değer gururlu duruşuyla, halk yığınları görülmemiş inanç ve kararlılıkla, ülkenin yazgısıyla ilgili kararın,
memleketin tek sahibi olan halk tarafından verileceğini, seçim
sandığına atmış olduğu oylarla, hem iktidardaki diktatörlüğün yüzüne
indirdiği ağır tokatla, hem de Ermenistan halkının sesini hiç hesaba katmadan, maryonet oynatmaya alışık, karanlık dış güçlere ilk defaya
mahsus olmak üzere gösterdi ! 20. Şubat-1.Mart.2008 arası, Yerevan
Özgürlük Meydanında toplanan, adalet ve demokrasi için çadır
kent kuran ve sahip olduğu hakları sonuna kadar savunmaya niyetli vatandaşa dönüşmeye kararlı, yarım milyon, hatta günün bazı saatlerinde yaklaşık 600-650 bine varan insan, tam 20 yıl önce, yine aynı Şubat ayında ve aynı alanda Karabağ için toplanmış olan milyona varan soydaşımızın evlatlarıydı. Berlin duvarından başlayarak,
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasında çok önemli ve tarihsel bir rol
oynamış olan Ermenistan halkının gücü, yıllardır kendi varlığını hiçe sayan ve
memleketi ciğeri beş para etmez birkaç kişinin babasının bostanı olarak görme niyetlisi iktidarı yıkmaya yeter de artardı elbet ! Ülkemizi sarsan ve 10 suçsuz insanın hayatını kaybetmesine sebep olan kanlı 1.Mart olaylarının asıl nedenleri bunlardır işte !
3) Bilindiği üzere, bugün de Opera meydanı mitinglere kapalı olarak tutuluyor. O kanlı olaylardan şimdiye kadar niçin Opera'da mitingler düzenlenmesi engelleniyor sizce ?


- ÖZGÜRLÜK MEYDANI Yerevan'ın en merkezi, tam kalbinde bulunan Opera'nın avlusundaki alana verilen addır, 1988 Karabağ hareketinin orada yapılan mitingler
ve akabinde kazanılan savaşı sembolize etmesi nedeniyle önce halkça,
sonra da hükümet tarafından resmen Özgürlük meydanı olarak adlandırılmıştır. Ülkede hemen her politik gücün miting yaptığı alan,
20.Şubat.2008'den itibaren 1 gün önce yapılan hileli seçim sonuçlarını protesto etmek amacıyla düzenlenen mitingin, 1 gün sonra ülkenin değişik şehirlerinden gelip 24 saat orada kalanlarca spontane olarak kendiliğinden oluşan bir çadır kente dönüşüvermişti. 1.Mart.2008 sabahı ablukaya alınarak, orada bulunan on binlerce insana görülmedik vahşilikte saldırıda bulunan devlet güçleri tarafından kan gölüne çevrildi. Tam üç yıldan beri Ermeni Ulusal Kongresi tarafından Özgürlük Meydanında miting yapılmasını engelleyen iktidar hırsızlarının tek korkusu orada düzenlenecek tek bir mitingin bile beklenmedik gelişmelere dönüşebileceğini ve iktidarı kaybedeceklerini anladıkları içindir. Ermenistan'da her ne zaman olursa olsun, olası bir iktidar değişikliğine yol açacak olan halk hareketinin başarısı için gerekli ateşin kıvılcımı sadece Özgürlük Meydanında atılabilir diye düşünen insanlardanım.
4) Sadece olaylara karışanların değil, mitinglere katılma dışında hiçbir suçu olmayan insanlar, hatta hamile kadınlar bile olaylarda hayatlarını kaybettiler... Yerevan'a giden tüm yollar tutuldu ve başkent dışıyla ilişkiler kesildi. Kapalı perdeler ardında neler oldu ?
- Kanlı saldırılarda hamile kadınların bile coplanıp-dövüldüğü, çocuk yaştakilerin ayak altına alındıkları da doğrudur, ama olaylarda ne çocuk, ne de hamile kadınlar öldürülmediler. Bu doğru değil ! 10 genç insanın yaşamını yitirdiği olaylarda, başka bir can kaybı olduğuna dair hiçbir bilgi duyulmadı, eğer öyle bir şey olmuş olsaydı, hiç değilse ölü ya da kayıp yakınlarının sesi duyulmalıydı değil mi ? Başkentin tüm giriş-çıkışları ordunun tankları ve zırhlılarıyla, en büyük caddeler polis panzerleriyle tutulmuş, halkın Özgürlük Meydanına akın etmesi engellenmişti. Anayasanın tüm maddeleri toptan ayaklar altına alınmış, ordu ilk defaya mahsus olmak üzere politik yaşama zorla müdahale etmişti. Perde arkasında gelişen olayların en göze çarpanıysa, oligarşik güçlerin, işadamları ve ailelerinin koruyuculuğunu yapan sivil yüzlerce insana, önceden hazırlanan listelere istinaden ordu elbiseleri ve otomatik silahlar dağıtılmış olduğuyla ilgilidir. Tüm bu insanların isim listeleri ve ordunun hangi biriminden ne tip teçhizat edinmiş olduklarına dair pek detaylı bilgile basında yayınlanmış, fakat herhangi bir koğuşturma yapılmamış, daha doğrusu yapılması yukarıdan verilen emirlerle engellenmişti. Ermenistan o kadar küçük bir yer ki, burada hiçbir şey birkaç saatten fazla perde arkasında kalamaz.


a) Neden bugüne kadar 1.Mart olaylarının araştırılması amacıyla kurulmuş olan komisyonun çalışmaları bir sonuç vermedi ?
- 1 Mart olaylarını inceleme amaçlı Ermenistan iktidarı tarafından kurulan komisyonda, muhalif 2 insan, Ermeni Ulusal Kongresi'ni temsilen Andranik Koçaryan, Miras Partisi'nden de Seda Safaryan katılmaktaydı. Bu 2 insanın olayların içyüzünü ortaya çıkaran ciddi bulgu ve bilgileri topluma da mal etmesi, basına ulaşan gerçeklerin yayınlanması nedeniyle, kapalı kalması gereken perdenin aralanmaya başladığını gören iktidar, kendisi için tehlike çanlarının çaldığını fark ettiğinden söz konusu komisyonu Serj Sarkisyan'ın emriyle lağvetti. Bu davranış, Ermenistan'daki iktidarın
güttüğü devekuşu politikasının tipik bir örneğidir.
5) Bilindiği gibi olaylar sonrası yüzlerce insan hapsedildi, bunlardan bir kısmı sonradan serbest bırakıldı... Şimdi cezaevlerinde kaç politik tutuklu var ve durumunuz hakkında ne diyebilirsiniz ? Uluslararası kamuoyuna yönelik sözünüz var mı ?
- Olaylardan sonra gerçekten yüzlerce insan suçsuz yere hapse atıldı, yoldan geçen insanları dahi tutukluyorlardı, iktidarın gerçekten politik aktivist olarak tanımlayabildiği kişilerin sayısı 159 idi. Bunlardan ilk parti daha mahkemesiz sorgulama döneminde, birkaç ay sonra serbest bırakıldılar. İkinci parti, 19.Haziran.2009'da Ermenistan Parlamentosunda kabul edilen Genel Af Kanunundan yararlanarak 22.Haziran günü serbest kaldılar. Ben genel aftan yararlanması gerektiği halde hapiste kalmaya devam eden tek politik tutukluyum ve iktidarda bulunan hiçbir yönetici bu durumu açıklayamıyor. Her ne kadar R.Koçaryan ve Serj Sarkisyan'ın benden özel olarak öç aldıkları gibi anlamsız ve gülünç bir sebepten bahsediliyor olsa da, benim bir Fransa vatandaşı olarak 1992-1994 yılları arasında gönüllü olarak katıldığım Karabağ savaşına yurtdışından gelip-katılanlar olduğu gerçeğinin devlet tarafından kabul edilmemesini gerektiren bir raison d'Etat sorunu olduğu reddedilmezdir ve şu an da hapiste bulunmamın tek nedenidir. Ben eğer Ermenistan vatandaşı olsaydım, 22.Haziran.2009 Pazartesi günü özgürlüğüme kavuşmuş olurdum ! Tam da bahsettiğim bu durumu belgeleyebildiğimden dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce ikinci bir dava dosyam da kabul edildi ve ilki tamamen suçsuz olarak hüküm giymiş olmam ve temyiz istekli, ikincisi ise genel aftan yararlanmama izin verilmemesi sonucu boşu boşuna hapis yatmam karşılığı maddi ve manevi tazminat istekli iki davayı da kazanacağım ve mahkeme günü Ermenistan iktidarına karşı karar çıkacağı gün gibi aşikarken, günümüz iktidarının mağduru olma halim devam ediyor hâlâ ! Şu an Ermenistan hapishanelerinde 9 politik tutuklu bulunuyor, bunlardan sadece biri 1.Mart olayları öncesi ve sonrasıyla hiç ilişkisi olmayan, 2002 ocak ayından bu yana sözümona T.C. hesabına casusluk yapma suçlamasından mağdur edilen, tamamıyla suçsuz, temiz bir aydın olan sayın Murad Bocolyan'dır. Diğerleri, Sasun Mikaelyan, Harutyun Urutyan, Nikol Paşinyan, Aram Bareğamyan, Ara Hovhannesyan, Şmavon Kalustyan, Roman Mnatsakanyan ve bendenizim !
Doğrusunu isterseniz, uluslararası kamuoyuna yönelik bir söz söylemek istemiyorum, çünkü bugün onların değişik kurumlarının Ermenistan'daki oligarşik iktidarın bizleri rehine olarak mahpusta tutmalarına bile bile göz yumduklarını gördükten sonra ne de söylemek istesek, boşuna olduğunu bildiğimden, öyle
bir adımı yersiz ve yararsız buluyorum. Uygar Batı'nın emperyalist devletlerinin sahte demokrasi ve insan hakları savunucuları nedeniyle hapiste olan insanların, onlara başvurmasını ahlâki bulmuyor, hatta mahkûm ediyorum.


a) Olaylar sonrasında Levon Der-Bedrosyan ne durumdaydı ?


- Onu, 1.mart sabahı, kollarından kıvırarak Özgürlük Meydanından uzaklaştırdıklarında belki de 5-6 metre uzağındaydım ve alanı kan gölüne çeviren asker-polis güçlerinin yaptığını sonuna kadar seyrettikten sonra onu kendi evine götürüp göz hapsine aldıklarını biliyorum. Eğer ona dokunmamış olsalardı, ne olaylar olur, ne de kimse ölürdü diye düşünüyorum. Zaten 2.Mart gecesi sabaha doğru, LDB'nin sokaktaki yüz binlere eve dön çağrısı olmasaydı, eminim ölü ve yaralıların sayısı çok daha fazla olurdu. LDB'yi iyi tanıyan biri olarak söylüyorum, o son dakikaya kadar iktidarın halka karşı
ateş açacağına inanmıyor ya da inanmak istemiyordu. Bu bence onun en ciddi zaafıydı ve ölüler olduğuna dair haberin ona ulaştığı anki ruh halini tahmin edebildiğimden de, şimdi neden hapiste benim yerime Robert Koçaryan'ın bulunmadığını anlıyor, ama LDB'yi yakinen bildiğimden onun devrimci olmayışını kabul etmek istemesem de, onun kısasa kısas düşüncesinden uzak oluşuna yoruyorum.


6) Sayın Sarkis Hatspanian sizle ilgili olan olayları anlatarak, okuyucularımıza kendinizi tanıtabilir misiniz ?


- Seçim sandıklarının
kapanmasının ardından birkaç saat bile geçmeden, Merkezi Seçim Komisyonu dahi henüz herhangi bir açıklamada bulunmadan, Fransa
cumhurbaşkanı N. Sarkozy, Serj Sarkisyan'ı seçilmiş cumhurbaşkanı olarak kutlayınca, dış güçlerle yapılmış olan pazarlık ortaya çıktı.
Özgürlük meydanında toplanmış olan halkın 24 saat gözünün önünde (elinin altında) bulunan tek Fransalı ben olduğum için de, halkın kızgınlığıyla ilgili belirli bir durum analizi içeren açıklama yapma zorunluluğuyla,
mitingde ilk defaya mahsus olmak üzere söz aldım ve Ermenistan'daki Fransa Büyükelçiliğine yönelttiğim sözde, hangi kahve falına bakarak, henüz açıklanmamış
olan seçim sonuçlarını görmüş olduğunu ve tüm halkın bildiği gerçeği çarpıtarak ülkemizde demokratik seçimle yönetim oluşturabilmeye
kararlı halkı nasıl olur da eşek yerine koymaya yeltenildiğini,
yapılan bu çirkin davranışla Ermenistan'ın içişlerine karışmaya ve halkını yaralamaya hiç hakları olmadığını belirten bir konuşma yaptım. Son cümlemde seçilen eğer Serj Sarkisyan ise,
burada bulunan ve rüştünü ispat etmiş, 18 yaşından büyük, yani seçime fiziken katılmış olan yarım milyonu aşkın insanın eksi 10-15 derece soğukta 24 saat boyunca, hileli seçim sonuçlarını protesto etmesini, kim,
nasıl açıklayabilecek, bilmek isterim dedim. Hesap açık-seçik
ortadaydı, seçime katılma hakkı olan insan sayısının yarısının çok
üstünde bir kitle Özgürlük meydanındaydı ve buna o kitlenin mitinge fiziken katılmayan ana-baba, bacı-kardeş, eş-dost vs.'sini de ekleyecek olsak, oyların % 65'inden de çok fazlasının LDB'ye verilmiş olduğunu, saymayı bilen herkesin de net olarak görüp anladığını söyledim. Yaptığım konuşma sonrası meydandaki insanların coşku ve sevgisine layık bulundum ve onların istemiyle hemen her gün bazen günde birkaç defa konuşma yapmaya davet edildiğim için, mitingleri organizeden sorumlu olan düzenleyiciler ile politik hiçbir bağım bulunmadığı halde
halka her gün hitap eden 5 kişiden biri oluverdim. İktidar gittikçe
büyümekte olan halk hareketinin sivil itaatsizlik veya önüne geçilemez bir isyan hareketine dönüşmesi kaygısıyla, ne yapacağını bilmez halde, diğer bölgelerden başkente gelen oluk-oluk insan selini durdurabilmek
çaresizliğiyle, Yerevan'ın tüm girişlerini kapattı ve tutuklama kampanyası başlattı. Ben, 23.Şubat günü halka hitap ederken, ambiyona yaklaşan ve hakkımda tutuklama kararı olduğunu bildiren polislere, gayrikanuni bir eylemde bulunmadığımı ve hiç olmazsa hakkımdaki
tutuklama emrinin adresimle, kayıtlı olduğum Fransa Büyükelçiliğine
resmen tebliğ edilmesini kanuni olarak yapmak zorunda olduklarını
bildirdim. Beni alandan zorla kelepçeleyerek götürmeye kalkan
polislere karşı koyan yüz binlerce insan sayesinde alanda kaldım ama aynı şey her Allahın günü, günde 2-3 kez aynen tekrarlanıyordu.
24-25.Şubat günleri Özgürlük meydanından evine dönen miting
konuşmacılarından 3 kişi polisçe kaçırılarak tutuklanınca, beni de
aynı tehlikenin beklediğini
anlamayan kalmamıştı artık ! Tarafımdan neden Serj Sarkisyan'ı seçmiş olanlar da bizim gibi miting yapıp kaç kişilik seçmen tabanına sahip olduklarını ispat etmek istemiyorlar, yani Halep oradaysa, arşın burada fikrinin kitlelerce kabul görmesi ve yayılmasının ertesinde iktidar, 26.Şubat günü
Yerevan Cumhuriyet meydanında, vatan, millet, Sakarya türü bir cumhuriyet mitingi
düzenlemek zorunda kaldı. O gün, aslında var olan bütün soruların cevabını verdi ve Serj Sarkisyan ömrü boyunca hiç unutamayacağı bir şekilde rezil kepaze
oldu.
İktidarda olup da halk tarafından sevilir hiçbir yönetime rastlamış olmasam da, Ermenistan koşullarını yakından tanıyan biri olarak, hükümet üyelerinden birçoğunu bildiğim için söylüyorum, bu sanki eşyanın tabiatına aykırı olduğu aşikar, emrivaki diktat yönetimin son 10 yıldır kötü alışkanlık haline gelen uğursuz
Koçaryan
tayfasının üyeleri, 26.Şubat günü muhalefetle sidik yarışına kalkışma
yanlışını işledi. O gün, devlet sektöründe çalışan, memurlar ve
ailelerinin tüm üyelerini eğer gelip-katılmasalar işten atılma tehdidiyle,
ülkenin her köşesinden korkutarak, başkentin Cumhuriyet meydanına
toplamayı deneyen yönetim, tam da T.C.-vari tabire uygun bir
Cumhuriyet mitingi düzenledi. Mitinge zorla getirilen yaklaşık 300
bine yakın insanın dört bir yanını demirden engeller ve 3 sıra da
polis kordonuyla çevirerek, o kadar insanın fiziki ihtiyaçların giderilmesi için bile
alana "girmek var, çıkmak yok" emrine itaatle bırakmayanlar, seçilmiş cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan mikrofona yaklaşıp da konuşmasına başladığı zaman, ellerine zorla tutuşturulan kendi resmiyle, İleri Ermenistan
yazılı kartondan pankartları yere atarak, alanı sarmış olan güvenlik güçleriyle kavga-döğüş, yarıp
geçerek, yeter artık diye sloganlar atarak, ayakla oradan ancak 2 km. uzakta bulunan bizim Özgürlük meydanındaki mitinge kendi gönülleriyle gelip katıldılar !
Tüm ülkeyi şok eden bu eylemi duyan herkes, hemen Özgürlük meydanına koştu ve hayatımın en mutlu günü olarak hep hatırlayacağım
26.Şubat.2008 günü akşamı alandaki 700 bin kişinin birbirleriyle
sarmaş-dolaş sarılarak, hüngür-hüngür ağlayıp, sevinç gözyaşları
döktüğü, herkese sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o unutulmaz
güzellikteki gece, sabahlara dek davul-zurna halay çektik ! Halkın ezici
çoğunluğunun haydi, bu işi bitirelim artık diye düşündüğü bu en
uygun zamanda, bir liderden beklenen pek sorumlu kararlılığı
gösteremeyen LDB, çok daha sonra Ben devrim değil, evrim yanlısıyım, iktidara şiddet yoluyla gelinemez açıklamasıyla, 26.Şubat
günü atılmayan adımı savunmaya kalktı. Oysa, iktidarın elebaşlarıyla, ailelerinin memleketten kaçmaya hazırlandığı tek gece işte o geceydi ! Ben, halka hitaben
yaptığım konuşmada seçimleri kontrol için ülkemizde bulunan Avrupalı gözlemciler, sıkıysa gelip de alanda bulunanları saydıktan sonra dürüstçe rapor sunsalar da bu iş biter dedim ve halka 4.Mart salı günü Avrupalı gözlemcilerin yazılı olarak sunacakları rapor öncesi bu alanda 1 milyon insan toplanmalı, zafer bu sayıda insanımızın yan
yana gelişine bağlıdır, lütfen yarın herkes alana beraberinde bir kişi daha getirsin çağrısında bulundum ve bu çağrı hemen herkesin ağzında
hedef 1 milyon insan olarak yayılıverdi. Organizatörler tarafından da en aklı başında bir adım önerisi olarak kabul gören bu çağrının gerçekleşmesi
için uygun bulunan günse, 2.Mart pazar günü olarak kararlaştırıldı ve
çağrıda bulunan kişi olmam nedeniyle her gün (27,28,29
Şubat) en azından günde 3
defa yaptığım konuşmalarda 1 milyon insanla alanda toplanma fikrimiz
iktidarın korkulu rüyası haline gelmiş, tüm ülke yollarını kapatıyorlar, korku ve terörle halkımızı sindirmeye bakıyorlar, ama
biz tüm dünyaya adı Özgürlük meydanı olan bu seçim sandığına gönüllü olarak gelip, oyunu LDB'ye vermiş olduğunu, bu denli açık ve net bildiren 1 milyon insanımızla, gerçekte seçmen sayısının % 85'in çok üstünde olduğumuzu ispat etmeliyiz. Bakalım o zaman, kim ne diyecek ve Fransa cumhurbaşkanı N.Sarkozy kimi, nasıl tebrik edecek, görürüz anlamlı mesajı iletiyordum. Halk tarafından ciddi
olarak algılanan bu fikir, gün be gün yerine saat be saat yayılıp, gelişiyor ve alanı giderek daha fazla dolduran güzelim insanlarla gerçekleşme yolunda ilerliyordu. Oysa, 2.Mart pazar günü alanda 1 milyondan da çok fazla insanla olunacağının artık gün gibi belli olduğunu bizden de daha
iyi anlayan ve her ne pahasına olursa olsun, iktidarı zorla elinde
tutmaya kararlı oligarşik diktatörlüğün, kardeş kanı dökmeye hazırlandığını kimse bilmiyordu. Bu nedenle de, 1.Mart sabahı Ermenistan'a bahar gelmedi ! Halil Cibran'in İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa
varabilir sözlerini anımsayarak girdiğimiz 29.Şubat'ı 1 Mart'a
bağlayan gecenin karanlığında, alandaki çadırımı ziyaret eden
Ermenistan'da Fransa Konsolosu Jackie Charotte ve iki yardımcısı benimle uzun uzun sohbet edip, ille onlarla büyükelçiliğe gidip orada kalmamı ve her ne olursa olsun alandan kazasız-belasız uzaklaşmam için devlet
yetkilileriyle bir ön anlaşmaya vardıklarını, hatta eşim ve
çocuklarımla birlikte beni de Fransa'ya ulaştırma yönünde uzlaşmaya
varıldığını bildirerek onlarla beraber Özgürlük meydanını geri
dönmemek üzere terk etmemi rica ettikleri zaman alandaki yığınlarca
insan için son çanların çaldığını ne yazık ki bilmiyordum. Konsolos
beye insani davranışı için teşekkür edip, ben kaderimi 18 yıldan beri
bu ülkede yaşayan halkımla bağlamışım, bundan böyle de bu böyle olacak. Lütfen Ermenistan'da ilk kez oluşmakta olan bu halk hareketine destek olmadığınız gibi, hiç olmazsa köstek olmayın yeter! diyerek
onları vefa ve saygıyla uğurladım. Tam 3,5 saat sonra, daha gün
ağarmadan, alanda bulunanlardan çokları çadırlarında uyurken, polis, asker, jandarma el ele, alçakça, hain ve sinsice yapılan görülmemiş bir
saldırıya uğradık. Savunmasız insanlara karşı aslan kesilmiş
yeniçeriler tam anlamıyla bir POGROM gerçekleştirdiler. Savaş
alanını andıran durumda, yakılan çadırımın yanı başında bulunan Hovhannes Tumanyan heykelinin altında, nereden, nasıl geldiğini bile
anlamadığım darbelere maruz kalırken Fransız piçinin, anasını ağlatın, ölmekten beter edin köpoğlunu emirlerini yerine getirenlerden beni emir var, sağ-salim merkeze götürülecek diyerek
devralıp, kan-ter içinde yerlerde sürükleyerekten askeri bir cemseye
taşıyıp alandan çekip-götürenlerin, 1992-1994 Karabağ savaşından
bilip, yakından tanıdığım tertemiz subay arkadaşlar, yani hayatımı kurtaran insanlar olduğunu sadece çok saatler sonra, aynı günün akşamı Kurtarılmış Bölgeye ulaştırıldığımda ancak anlayacaktım. Sağlam
tarafımın kalmadığı ve yara-berelerimin iyileşmesinin haftalar aldığı dönem, dağ başında kuş uçmaz, kervan geçmez bir diyarda, en az
iki-üç hafta yatalak durumda kaldığım yerde beni ziyarete gelebilen ilk dostumdan, Yerevan'da vuku bulan kanlı 1.Mart hakkında
duyup, öğrendiklerim beni derinden sarsıp şok etmişti. Şimdi bile
algılamakta zorluk çektiğim ve hala
beyin hücrelerimin kabul edemediği
olayda, en zoruma giden şey, masum insan yığınlarını keyfi
kurşunlayabilen insanlarla soydaş sayılmaktan duyduğum utançtır. Uzun
yıllar Ermeni'nin faşistine rastlamamış olmakla boş yere böbürlenip, kendi kendimi avuttuğuma yansam veya yanmasam ne yazar bilmem, ama
D.Zaven'in Kaba güç karşısında, sonunda mutlak zafer kazanacak olan düşüncedir sözlerine, beynimle yüreğimin bütün hücreleriyle inanmayı
sürdürüyorum !


7) Politik tutuklularla ilgili düşünceleriniz nelerdir, durumunuz ne olacak, sizi ne zaman serbest bırakırlar? Tarih, olayları aydınlatabilecek mi ?


- Politik tutuklular, öyle ya da böyle bir gün serbest bırakılacaklar tabii... Ama beni üzen kendini iktidar yerine koyan bu tayfanın Avrupa Konseyi ile bizim özgürlüğümüzü pazarlık konusu etmesi ve pahalıya satmak istemesidir. Bize ulaşan bilgilere göre, 8 arkadaşımdan altısının serbest bırakılması bir an meselesi olarak gündemde diye biliniyor olsa da, ben, Sasun Mikaelyan ve Nikol Paşinyan'ın en son gün de dahil olmak üzere cezaevinde bulunacağımız söyleniyor. Serj Sarkisyan bu 3 kişiden kişisel hırsını çıkarıp, intikam alıyor, biz de eğer çok istiyorsa alsın bakalım deyip, dört duvar içerisinde bizim özgürlüğümüz için mücadele eden halkımıza layık bir duruşla dimdik ayakta durmaya ve adaletsizliğe boyun eğmemeye devam ediyoruz. En büyük USTA zaman bizi haklı çıkaracaktır, çünkü biz halkımızın haklı istemlerinin sözcülüğünü yapmanın dışında hiçbir suçu olmayan insanlarız, yani SUÇUMUZ İNSAN OLMAK !


a) Politik tutukluların mağdur olması bir yana, olaylarda canını yitiren gençler oldu, onlarla ilgili düşünceleriniz nelerdir ?
- 1 Mart günü polis ve askerler tarafından açılan ateşle canını yitiren 10 genç insanımız, bizim için eşkıya dünyaya hükümdar olmasın diye özgürlük yolunda ölümsüzleşen birer meşale olarak hep kalbimizde yaşayacak olan yiğitlerdir. Onlardan biri de ben, biz, miting ve yürüyüşlere katılan yüz binlerden herhangi biri de olabilirdi pekâlâ ! Öyle ki, hiç kimse o 10 masum yiğidi kendisinden farklı görmüyor ve her an onların bizlerle olduklarına inanıyoruz.


8) Ermenistan Ceza Kanunları'nın hangi maddesiyle yargılandınız ?
- Beni tutukladıklarında, ilk 72 saat içerisinde, Ermenistan Ceza Kanunlarına göre ya suç isnadında bulunacak ya da serbest bırakacaklardı. Sorgulamamı yapan KGB müfettişleri ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar ve 3. günün son 2 saatinde şefleri gelip seni uzun zaman hapsedebilecek bir ceza maddesi bulamasak da yukarıdan verilen emre uymak ve bir şey uydurmak zorundayız. 'Minareyi çalan kılıfını uydurur' misali 3-5 seneni kodeste geçirmeye hazırlan deyip, gazetelerden birine verdiğim bir röportajı suç nedeni göstererek, , beni ECK'nın 333.üncü maddesiyle, yalancı ihbar denen pek saçma-sapan, adı var-kendi yok bir suç isnat ettiler. Gülünç olan bu suç maddesine göre ya 50 bin dram (=150 $) veya 1 aylık hapis cezası öngörüldüğü halde, mahkemede savcılık 4,5 yıl hapsimi istedi, ancak siparişle çalışan hakim bile bu kadar komik bir duruma eyvallah etmek istemediğinden olsa gerek, 3,5 sene hapse mahkûm etme kararını vererek büyük bir insaniyet sergiledi !... Mahkemede yaptığım savunmayı bir gün mutlaka yayınlayacağımdan, eğer bulur da okursanız, insanlığın, 2008'de Ermenistan'da kurulan mahkemeler sayesinde traji-komedinin tiyatronun unutulmaya yüz tutan bir kolu olmaktan kurtulduğuna da inanması gerektiğini mutlaka anlamış olacaksınız. Benim mahkûm edilmem, gülüyoruz ağlanacak halimize den başka bir şey
değil, onun için de gülmeyi hiç unutmuyorum.
9) Opera meydanı sizin için ne anlam taşıyor ve bundan sonra ne anlam taşıyacak ? Özgürlüğünüze kavuştuktan sonra, o ruhunuz ve yüreğinizde ne gibi bir iz bırakacak ?
- 1988'den beri Özgürlük Meydanı'nın gönlümdeki, bilincimdeki yeri her Ermeni insanının gönlü ve bilincindekinden farklı değildir. O meydan, Karabağ ve Ermenistan'ın özgür ve bağımsız devlet olmalarının sembolüdür. Yakın bir zaman sonra da Ermenistan halklarının özgürlüğünün sembolü olacağından hiç kuşku duymuyorum ve söylediğim sözlerin gerçeği yansıttığına adım kadar eminim, inanın. Yaşayıp göreceğiz !


10) Uluslararası kamuoyu sizin durumunuzla ilgileniyor. Onlara ne gibi bir mesajınız var ?
- Bu sorunuza daha önce cevap vermiş olduğum için tekrara gerek görmüyorum. Uluslararası kamuoyunun bizim özgürlüğümüz için çırpınmadığını gördüğümden de onlara yönelik hiçbir mesajımın olmadığını bildirmekle yetiniyorum.


a) Komünist ve düşünce özgürlüğünün var olduğu iki Ermenistan hakkında ne söyleyebilirsiniz ?
- Eğer sorunuzu yanlış anlamıyorsam, komünist dönemle, günümüz Ermenistan'ı arasındaki farklılıkla ilgili görüşlerimi bilmek istiyorsunuz. Bağımsızlık her ulusun rüyası olsa ve halklar özgür iradelerini özgürce ifade edip gelişmeyi sağlayabilmeleri yeğlense de, sovyetler dönemindeki kazanım ve gelişmeler günümüz Ermenistan'ında kaydedilen kayıp ve gerilemeyle karşılaştırılamaz bile ! Birbirinden siyahla beyaz kadar farklı bu iki Ermenistan'dan benim için tabii ki sosyalist olanı tercihidir, ancak bağımsız Ermenistan koşullarında 2008 Şubatından itibaren varlığı reddedilmez halk hareketi ağır ama emin adımlarla sosyalizmin ilk gereği olan demokrasi için verilen
mücadeleyi zafere ulaştırabilse, daha insani, daha güzel bir Ermenistan yaratılacak. Benim gönlümde, savaşsız-sömürüsüz, barış içinde yaşayan tüm halklarıyla, her vatandaşının işi ve ekmeği olan, özgür, demokratik, ama daha da ötesinde sosyal, hukuki ADALET'in hüküm sürdüğü bir Ermenistan yatıyor. Önümüzdeki yıllar işte böylesi bir devlet yaratmak için verilecek kavga yılları olacağına inanıyorum. Ben bu kavganın en ön saflarında olacak ve çocuklarıma idealimdeki ülkeyi bırakabilmek için çalışacak, terleyeceğim. Ermenistan, kimsenin babasının bostanı olmadığından da, Fransalı olsam bile, buranın asıl sahiplerinden hiç de aşağı kalır bir statüyü kabul etmediğimi dosta da düşmana da göstermek istiyorum. Bugün mahpusanedeyim ama yarın nerede olacağımı kim bilebilir ki ? Ben, ülkemin yarınlarına, güneşli, güzel günlerine inanıyorum. Yarınlar bizim olacak,
haklıyız, kazanacağız !
11) Hangi cezaevlerinde bulundunuz ? Sizin gazetelerde makaleleriniz, söyleşileriniz, politik analizler ve çağrılarınız yayınlanıyor. Dış dünyayla bu tür ilişkileriniz olabildiğine göre, hiç olmazsa bu anlamda rahat olduğunuzu düşünebilir miyiz ?


- Mahpusanelerin en kötüsü olan KGB bodrumlarından başlayarak tam 3 hapishanede bulundum, ama bunlara al birini, vur öbürüne demekten başka bir şey gelmez elimden ! Çok kötü şartlarda kaldım, farelerin cirit attığı pek rutubetli ufacık hücrelerde, çok az ışık girdisi olan yarı karanlık yerlerde tahtalar üzerinde kaldım. Beni, gururumu kırmak, şerefimle oynamak, rencide edip, diz çökmemi görebilmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar, ama başaramadılar. En gayrı insani metotların çeşit-çeşitlerini denedilerse de sonuçta ben onları yendim. Ve direncimi özgürce düşünmeye, halkımın mücadelesine olan sonsuz inancıma borçluyum diyebilirim. İnsanın vücudunu hapsedebiliyorlar da, düşüncesini hapsedemiyor, yüreğine pranga vuramıyorlar !
Mahpusluğumun her günü yazdım, yazdım, yazdım... Günlük tuttum, politik analizler, kısa öyküler yazdım. Son 6 aydır, ben hapisteyken rahmetli olan babamın yaşam öyküsünü de yazmaya başladım. Onunla aynı yazgıyı paylaşma onuruna sahip olduğum için, baba-oğul ilişkilerini irdelerken, aslında hem iki nesil-iki mücadele, hem de Türk-Kürt-Ermeni ilişkilerine değinip, toplumsal çok önemli olayların analizini de yapmaya çalışıyorum. Kitap bittiğinde Türkçe olarak İstanbul'da yayınlanacak zaten. Dış dünyayla tek ilişkim yazmam sayesinde var oldu ve öyle olmaya da devam ediyor. Olsun Ermenistan, olsun Fransa ve diğer bazı ülkelerin basın-yayın organlarında son 3 yıl zarfında yüze yakın yazım yayınlandı, şimdi de yayınlanıyor. Mektuplaşma hakkımı kullanıyorum ve benim için mektup yazmak, makale, öykü, kitap yazmak anlamına geliyor. Bu söyleşimi de zaten sizin bana mektupla ulaştırdığınız sorulara cevap vererek yapıyorken, bu bana sanki Bir dostuma mektup yazıyormuşum gibi geliyor. Ne yani, politik tutukluyum diye mektup yazma hakkımı da mı kullanmayayım, yazdım, yazıyorum ve yazacağım. Söz uçar, yazı kalır sözünü yaşam bana 46 yaşımda Ermenistan mahpusanelerinde öğretti ve Sorbonne Üniversitesi'nden mezun olmamdan 20 yıl sonra Mahpusanelerin yaşam üniversitelerinde eğitim almayı zorladığı için kaderime teşekkür borçluyum. Ermenistan iktidarı sayesinde şimdi Vardaşen mahpusanesinde oturmuş doktoramı hazırlıyorum.
YEREVAN, ŞUBAT 2011

26 Şubat 2011 Cumartesi

BİR GAZETECİ DAHA TUTUKLANDI!

TUTUKLU GAZETECİLERLE DAYANIŞMA PLATFORMU’NDAN
BASINA VE KAMUOYUNA


* Halkın Günlüğü Gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Hıdır Gürz Tutuklandı...

* Tutuklu Gazeteci ve Yazarların Sayısı 51’e Yükseldi...



23 Şubat’ta Demokratik Haklar Federasyonu’na (DHF), Halkın Günlüğü gazetesine ve okurlarına yönelik olarak 7 ilde yapılan eşzamanlı polis operasyonunda düzen muhalifi 23 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlardan 15 kişi serbest bırakılırken 8’i tutuklandı. Tutuklananlar arasında Halkın Günlüğü gazetesinin yazı işleri müdürü Hıdır Gürz de bulunuyor. Gözaltı ve tutuklama saldırısı, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, düşünce ve ifade özgürlüğüne, halkın haber alma hakkına yönelik doğrudan bir saldırıdır.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak Demokratik Haklar Federasyonu’na, Halkın Günlüğü gazetesine ve okurlarına yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısını protesto ediyoruz. Halkın Günlüğü gazetesinin yazı işleri müdürü Hıdır Gürz’ün tutuklanmasıyla birlikte cezaevlerinde tutuklu bulunan gazeteci ve yazarların sayısı da 51’e yükselmiş oldu. Diğer yandan bugün Ankara’da Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Çağla Yeleser’in gözaltına alınması, düzen muhalifi gazetecilere yönelik saldırının sistematikleştiğini ve artarak sürdüğünü gösteriyor.

Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, düzen muhalifi gazetecilere yönelik saldırılar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a dek devlet yetkililerinin “Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü sorunu yoktur” şeklindeki açıklamalarını yalanlıyor. Yaşananlar geleneksel devlet politikası olarak sistematikleşen 100 yıllık sansürcülüğü dışa vuruyor...



Söz, Eylem, Örgütlenme Özgürlüğü İstiyoruz...

Tutuklu Gazetecilere Özgürlük!

25 Şubat 2011 Cuma

BİR HUKUK GARABETİ DAHA!

HÜSEYİN EDEMİR İÇİN ÖZGÜRLÜK !
Hüseyin Edemir tam bir yıl önce kendisi hakkında açılan davadan habersiz Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans programını tamamlamaya çalışıyordu. Sıradan bir günde asayiş kontrolü yapan polislerin kimliğini yoklaması ile arandığını öğrendi, bir hata yapıldığını, ertesi gün mahkemeye çıkartıldığında serbest bırakılacağını düşündü, öyle olmadı; ertesi gün örgüt üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. Tutuklama nedeni ise 10 yıl önce bir dergi bürosunda hukuka aykırı olarak yapılan aramada bilgisayar disketlerinde elde edildiği söylenen belgeler ile Belçika Ulusal Savcılığı tarafından Türkiye’ye teslim edilen DHKP/C arşivinde ona ait olduğu söylenen belgelerin var olduğu iddiasına dayandırıldı.
Hüseyin Edemir hakkındaki iddialara dayanak belgelerin nerede bulunduğu, kim tarafından teslim edildiği bilinmiyor, belgelerin içeriği araştırılmıyor, delil araştırma hakkı kullanılmıyor. Oysa Ankara, İzmir, Adana özel yetkili ağır ceza mahkemeleri benzer davalarda ya beraat kararları vermişti.
Bilirkişilere göre ise Hüseyin Edemir hakkındaki iddialara dayanak belgeler tek başına delil olarak kabul edilemez, CD, disketlerden elde edildiği söylenen belgelerin hukuka uygun olarak toplanması, yan delillerle desteklenmesi, içeriğin araştırılması gerekmektedir.
Hüseyin Edemir delil olmadan cezalandırılmak isteniyor, suçlamayı aydınlatacak deliller ise toplanmıyor.
Benzer yargılamalarda mahkemelerin kararları şöyleydi;
Ankara 11 Ağır Ceza Mahkemesi 22.09.2004 tarihinde benzer bir yargılamada “…mevcut disketlerde sanığın sadece adının geçmesi karşısında mahkûmiyetine yeterli ve kesin inandırıcı delil elde edilememiş olması nedeniyle beraatına” şeklinde karar vermiştir. (ekte örnek karar mevcuttur)
Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi 18.04.2006 tarihindeki kararı “yapılan aramada ele geçen şifreli metinlerin çözümü neticesi müspet suçlarla itham edildiği ancak sanıkların savunmalarının aksine iddianamedeki olaylara katıldıklarına dair başkaca hiçbir yan delilin bulunmadığı, …..tüm sanıklar hakkındaki suçlamaların soyut iddia kapsamında kaldığı anlaşıldığından beraatına karar verilmiştir.” şeklindedir(ekte örnek karar mevcuttur)
İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi 08.06.2006 tarihinde “… atılı suçları işlediklerine ilişkin cezalandırılmalarına yeterli her türlü kuşkudan uzak kesin ve inandırıcı kanıtlar elde edilmediğinden… beraatlarına” şeklinde karar vermiştir. (ekte örnek karar mevcuttur)
Prof. Dr. Uğur Alacakaptan bilgisiyar disketinin delil değeri için; …olayı temsil edip etmediği konusunda çok dikkatli bir araştırmaya ihtiyaç vardır, ayrıca bu delilerin tek başına ispat kuvveti yoktur, ,,,ispat kabiliyeti bu derece sınırlı bu bilgisayar çıktılarının ancak ve sadece belirti olarak kullanılabileceği ve tek başına ispat kabiliyeti bulunmadığı açıktır. Bu bilgiler ancak yan deliller ile desteklenebildiği takdirde bir ispat değeri kazanabilir. Şeklinde bilirkişi raporları mevcuttur.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisi bölümü uzmanlarından Prof Dr. Adnan Yazıcı, Prof. Dr. Faruk Polat, Y.Doç. Dr. Ahmet Çoşar tarafından sunulan bilirkişi raporlarında “bilgisayar hard-disk üzerinde de üzerindeki bilgilere müdahale edilebilir ve bu müdahalenin gerçekleşip gerçekleşemediği veya ne zaman kim tarafından müdahale yapıldığı sadece hard-disk üzerinde yapılacak bir inceleme ile belirlenemez.” Denilmiştir.
Doktora öğrencisi Hüseyin Edemir, örnek yargı kararları, bilirkişi raporlarına rağmen yeni ve keyfi bir uygulama ile karşı karşıya kalarak ceza alma tehdidi altındadır. Adil bir yargılama ve hukuka uygun bir karar verilmesi için mücadelemize ses verin.


Destek için:
http://huseyineozgurluk.net

24 Şubat 2011 Perşembe

Nişanyan Evleri’ni Nesin Vakfı’na bağışladı

Yazar ve dilbilimci Sevan Nişanyan, Şirince köyünün simgesi haline gelen Nişanyan Evlerinin kendisine ait olan paylarını bugün Selçuk tapu dairesinde düzenlenen bir törenle Nesin Vakfı’na bağışladı.

Basına bir açıklama yapan Nişanyan, “Bu evler insanlara güzelliği ve özgürlüğü hatırlatmak amacıyla yapıldı. Benim malım değildir. Köyün malıdır. Ülkenin malıdır. İnsanlığın malıdır. Kalıcı olmaları açısından Nesin Vakfı’nın daha uygun bir el olacağını düşündüm. Bağış fikri zaten uzun zamandan beri vardı. Son günlerde yaşadığımız acı olaylar, sürecin hızlanmasını sağladı,” dedi.

Nesin Vakfı adına bağışı kabul eden Prof. Dr. Ali Nesin, “Zenginliğimize zenginlik, güzelliğimize güzellik katıldı. Nesin Vakfı’nda yetişen çocukların bu güzelliğin seviyesine yükselmeleri ve bu güzelliği haketmeleri için elimizden geleni yapacağız. Her bağış gibi bu bağış da bize görev ve sorumluluk yüklüyor,” dedi.

Bağışın yıkım kararlarına etkisi olup olmayacağını soran bir gazeteciye Nişanyan şu cevabı verdi: “Öyle de yıkamazlar, böyle de yıkamazlar. Yıksalar o enkazın altında Devlet kalır. Bu hakikati kavrayamayanları gaflet uykusundan uyandırmak açısından bu attığımız adım belki öğretici olur.”

Bağışlanan mülkler Nişanyan Oteli, bir tarihi ev, bir hamam, bir arsa ile çok sayıda bağevi, bir konak, çiftlik ve Hodri Meydan Kulesini içeren İlyastepe köyünden oluşuyor. Nişanyan’ın kendi evi de bağışlanan mülkler arasında bulunuyor. Nişanyan Evleri otel tesislerini Nişanyan işletmeye devam edecek.

22 Şubat 2011 Salı

Savaş, Barış, Mal Mülk ve Nesin Vakfı’na dair

Mücadele güzel şey. Barış daha karmaşık. Hikâyesini anlatmak kolay değil. Üç günden beri bir türlü toparlayamadım.
Öncelikle kaymakam ve vali beylerle barışmamızı tavsiye ettiler. Cuma günü Ali Nesin’le kaymakamı, dün valiyi makamlarında ziyaret ettik. Herkes çok olgun davrandı. Gözle görülür bir rahatlama oldu. Hatta kaymakam beyle o kadar kaynaştık ki dün valilikte tekrar karşılaşınca eski bir dostu görmüş gibi sevindik.
Kuvvetle ihsas ettiler ki biz bir şeyleri yıkmadan çözüm zordur. Anlaşılan Hodri Meydan Kulesi fena kızdırmış; onun kavgası kolay bitmeyecek. “Hodri Meydan Kulesi 12 yıllık mücadelemizin simgesi ve zafer tacıdır,” dedim. “Ayrıca Şirince'nin en güzel yapısıdır. Dokunulması sözkonusu olamaz. Ancak onun doğurduğu duyarlıkları bir biçimde yumuşatmak veya telafi etmek mümkünse elimden geleni yaparım.” Kültür Bakanlığına mı hibe etsek? Adını mı değiştirsek? Bilmiyorum.
Endişe etmeyin. Şirince’yi savunmak için canla başla seferber olan insanlara karşı minnet borcum, yıkımı kerhen önledik şimdi taviz ver diyenlere olan borcumdan büyüktür. Onları hayal kırıklığına uğratmayacağım.
Mevzuat çerçevesinde olabilecek makul çözüm belli. Zaten ölü doğmuş olan imar planı düzeltilecek, köyde varolan tüm yapılar plana işlenecek. Hepsi ruhsatlandırılacak. İsterlerse onbeş günde olur biter. Hatta onlarca yıllık hapis cezasının bir kısmı da düşer. Bu kadar basit aslında.
Ama sonrası kolay değil. 27 yıldır köyü ölüme mahkûm eden bürokratik kafanın değişeceğine dair en ufak bir umudum yok. İmar yetkisinin tamamını olmasa bile bir bölümünü Köy Konseyine aktarın, siz de rahat edin biz de edelim dedik. Anında mevzuat duvarı örüldü önümüze. Henüz orada bir çıkış yolu görünmüyor.
Oysa şu kavgadan bir güzellik çıkarmanın tek yolu bu. Bürokratik tıkanma yerine, yerel inisiyatif öneriyoruz. Katılımcı ve demokratik bir yerel yapı kurulsa, bütün memleket için bir umut ışığı olmaz mı? Diyarbakır’dan Edirne’ye kadar hepimizin temel mücadelesi bu değil mi?
Başarabilirsek belki “Şirince yıkılmasın” yerine “Şirinceler çoğalsın” diyeceğiz yarın öbür gün.

BİRAZ DA ŞAHSİYAT
Bu vesileyle kendi kafamda bazı konuları netleştirme fırsatı buldum.
Bir kere anlaşıldı ki mal mülk bana iyi gelmiyor. Orta yaştan sonra kavuştum, daha da alışamadım. Bu yüzden köyde sahip olduğum her şeyi Nesin Vakfı’na bağışlamaya karar verdim. Bugün yarın tapu işlemi biter.
Daha bir müddet buradaki beyliğim devam eder elbette. Ama beni cezbeden şey otel işletmek değil ki. Ev yapmak, köy kurmak, kule dikmek, taş oymak, tapınak tasarlamak, öyle şeyler. Onları yapabilmek için de para, güç ve personel lazım, mecburen bir hengâmenin içine düşüyorsun. Ama onları yapamayacaksam, “Sevan Efendi seni affettik ama bundan böyle memur zümresinin sözünden dışarı çıkmayacaksın, uslanacaksın, onların istediği gibi yapacaksın” diyeceklerse parayla pulla işim ne? Oturur kitap yazarım, yahut piyano çalmayı öğrenirim. Nerede olsa olur. Selçuk cezaevinin nesi eksik?
Bir yandan çocuklarımın sağlığını da düşünüyorum. Servet kazanmak zevkli iş ama servetin kendisi güzel değil, insanın ruhunu tembelleştirir. Hele kendi alın terinle kazanmadığın servetin üzerine oturmak hiç iyi değil. Çocuklarım iyi bir eğitim görsünler yeter. Ondan sonra kendi beyliklerini mi kurarlar, berduş mu olurlar, kendi bilecekleri iş.

TEŞEKKÜR BORCU NASIL ÖDENİR?
Şu krizde insanların gösterdiği özveri, itiraf edeyim, beni şaşırttı. On dakika içinde işi gücü bırakıp, memleketin öbür ucundan yola çıkanlar oldu. Ak Parti gençlik kollarından arayıp, gerekirse partiden istifa edip orada seninle mücadele edeceğiz diyenler oldu. Abi sen hiç merak etme, benzin bidonu hazır, kendimizi yakarız diye desteklerini gösteren Mardinli dostlarımız oldu. Böyle şeylere ben alışık değilim, biraz ezildim.
Nereden, nasıl teşekkür etmeye başlayacağımı bilmiyorum. Çam sakızı çoban armağanı şimdilik ufak bir şey olsun, daha anlamlı adımlara da sıra gelir elbet diye düşündüm. Şuna karar verdim: Bu olayda bize destek olan, moral veren herkese Nişanyan Evleri bundan böyle yarı yarıya indirimli olacak.
Facebook grubuna üye olanlara, mail ve telefonla bize şevk verenlere, basında ve internette yazı yazanlara, Genç Sivillere, Mazlum-Der üyelerine, Ak Parti Gençlik kolları üyelerine, EDP, DSİP ve BDP üyelerine, Taraf okurlarına (ama yöneticilerine değil), Agos mensuplarına ve okurlarına, Özgür Üniversite mensuplarına ve şu anda aklıma gelmeyen tüm emsallerine bu otel ben yaşadığım müddetçe yüzde elli iskonto uygulayacak. “O günlerde ben senin yanında durmuştum” demeniz yeter. Anlarız.

Direnmek için bilfiil kalkıp gelenlerin yeri ayrı. Burası artık onların evidir. Ne zaman gelseler soframız da, kapımız da onların emrindedir.
Savan Nişanyan

21 Şubat 2011 Pazartesi

HUKUKSUZLUK SÜRÜYOR!


Kısa bir “Hapishane ziyareti” öyküsü

Yok canım, bu fotoğrafların benim yaptığım (daha doğrusu yapamadığım) ziyaretle bir ilgisi yok.
Ben, Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi’ne gitmeye “akim teşebbüs”te bulundum, Hasdal Kışlası’na değil.
Geçen hafta Salı günü, emektar DGM’de (Şimdi Beşiktaş Ağılaştırılmış Ağırceza Mahkemesi) bir düşünce suçu davası izlemeye gitmiştim. Aynen Pınar Selek’in “Bombasız Bombalama davası” gibi bir şeydi. Çevirmen Suzan Zengin, İşçi-Köylü gazetesi Kartal Büro temsilcisi. 28 Ağustos 2009 tarihinde evi basılıp gözaltına alınan Zengin, 1,5 yıldır Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu. Yargılanma nedeni, Kartal'daki bir kahvehane baskını ve boş bir binada bulunan molotof kokteylleriyle ilgili. Suçi örgütü üyeliği ile suçlanıyor. Ama kendisine ne sorgularda, ne de mahkemede bu olaylarla ilgili hiçbir soru sorulmadığı gibi, sözü edilen kahve baskını(!?) hakkında ne kanıt var, ne tanık. Yani bu kahve baskını(!?) hikayesi fena halde Mısır Çarşısı bombalanmasını hatırlatıyor. Zengin aleyhine suçlamalar, dinlenen telefon konuşmalarına dayandırılmak isteniyor ama gazetenin kayıtlı telefonundan yapılan konuşmalar da her yerde yapılabilecek normal konuşmalar. Görülen o ki, asıl suçu “istenmeyen görüşlere” sahip olması.
Gidip kendisini ziyaret edeyim, yalnız olmadığını, ifade özgürlüğü ve demokrasiden yana olan kişi ve kurumların ona destek olduğunu söyleyeyim dedim. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevinde kalıyormuş. Hah, bir taşla iki kuş. Bir başka düşünce suçlusu, Nevin Berktaş da orada. Hani şu hapisteyken yazdığı “Hücrem” adlı kitabı yüzünden bir ceza daha alan, ama bu yenisi dahil tüm cezalarını, hatta birkaç yıl fazlasını da yattığı halde Adalet Bakanlığının –Bakırköy’den dönmeyen- yanlış hesabı yüzünden 6 ay daha yatmakta olan Nevin Berktaş’ı da ziyaret ederim.
Hemen bu işin yolunu araştırdım, ilgili genelgeyi bulup okudum, anladım ve Bakırköy Adliyesindeki bana izin vermeye yetkili savcı Aydın Yılmaz’ın kapısını tıklattım.
Dilekçemi okudu ve gayet net bir dille bu izni veremeyeceğini bildirdi. Nedenini sordum, benim genelgedeki koşulları taşımadığımı söyledi.
 Biliyorum efendim. Ne yakın akrabasıyım, ne kayyum, ne de birşeyi. Zaten bu yüzden ziyaretim sizin izninize bağlı.
 Benim böyle bir yetkim yok.
 Genelgeye göre var efendim.
 Yok efendim. Ben kimseye Nevin Berktaş'la görüşme izni vermedim.
 (Alman milletvekili Andre Hunco özel izin almış ve Nevin’le görüşmüştü. O izin yukarıdan gelen direktifle verildiği için saymıyor.) Başkasına verdiniz, yetkiniz de var. (Vatan gazetesi yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu, onun izni ile Aylin Duruoğlu ile görüşmüş, yaptığı röportaj gazetede yayınlanmış.)
 Ne demek, ben yalan mı söylüyorum? Bana hakaret ediyorsunuz!
 (Eyvah, işi TCK’nın 215. maddesine sokacak. Kamu görevlisine, görevinden dolayı hakaret, 2 yıla kadar hapis) Hayır efendim, size hakaret etmiyorum, sadece o genelgeyi biliyorum, sizin yetkiniz var. Bana izin verip vermemek sizin takdirinize bırakılmış. Ben sadece bu izni “neden” vermediğinizi soruyorum.
 Uygun bulmadığım için vermiyorum.
 Peki, dilekçemeyazılı bir yanıt verin o zaman.
Lahavle çekti ama kendini tuttu. Dilekçenin altına el yazısıyla “Ziyaret yönetmeliğine göre şartlar oluşmadığından ziyaret izni verilmedi” notunu düştü, imzalayarak verdi.
Teşekkür edip çıktım.
Dev Bakırköy Adalet sarayının geniş koridorlarında yürürken düşündüm kendi kendime:
“Neden benim bu iki kadınla görüşmemden çekiniyor? Ben ne yapabilirim ki, görüşsem kime ne zararı olur bunun? Yoksa ben onlarla konuşup sonra bunları kamuoyuna duyursam Suzan Zengin’i yargılayan hakimleri etkilemekten TCK’nun 288. maddesi uyarınca üç yıla kadar hapisle yargılanabilirim, zarar görürüm diye beni korumak için mi böyle yaptı acaba?
Bu hakimler de amma alıngan ve kırılgan yahu. En büyük paşalar çok daha ağır bir suçtan yargılanan sanıkları hapisanede ziyaret edince etkilenmiyorlar da ben yapmak isteyince etkileniveriyorlar. Çok ayıpladım, çok. Peki ben izin alıp onları ziyaret etesem ve konuştuklarımızı yazsam mı basın için “Haber” değeri olurdu, izin verilmeyince mi olacak?
Ne olacak, sahi ne olacak bu işin sonu?
Bu iki kadın, göz göre göre haksız hukuksuz şekilde hapiste yatıyor.
Onlar orada yatarken ben gece huzur içinde nasıl yatıp uyuyayım?
Ya onları boş yere hapiste yatıranlar?
Pınar Selek’i göz göre göre, suçsuz olduğunu bile bile hapiste çürütmeye kalkan Yargıtay hakimleri gece nasıl rahat uyuyabiliyorlar, anlayamıyorum.
Şanar Yurdatapan
20.02.2011
TUTUKLU YAZAR NEVİN BERKTAŞ’A İLİŞKİN, DİYARBAKIR MİLLETVEKİLİ VE TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME KOMİSYONU ÜYESİ SAYIN AKIN BİRDAL’IN BASIN TOPLANTISI METNİ




Değerli Basın Temsilcileri,

Günümüzde İfade ve Basın Özgürlüğünün yine Türkiye’nin gündeminde oluşu Nevin Berktaş’a ilişkin düzenlediğimiz bu toplantıyı önemli kılmaktadır.

Başbakan, “8 yıldır sesini kıstığımız tek bir yayın organı yok, yasalarımız da buna müsaade etmez” diyor. Türk Ceza Yasası, Düşünce ve İfade Özgürlüğünü Engelleyen Maddeler, Terörle Mücadele yasası nedir? 50 gazeteci içerde, 100 gazeteci ve yazar da sırada! Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün ülkelerin ‘Basın Özgürlüğü’ karnesine göre son 8 yılda Türkiye, 39 sıra gerileyerek 138 inci sıraya düşmüştür.

Değerli Basın temsilcileri;

Nevin Berktaş, 2000 yılında Yediveren Yayınevince basılan “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar : Hücreler” adlı kitabı ile örgüt propagandası yaptığı gerekçesi ile Bakırköy Kadın Cezaevinde tutuklu bulunmaktadır.

Nevin Berktaş, 1980’den itibaren yaklaşık 22 yılını cezaevlerinde geçiren, ülkemizde en uzun süre hapis yatmış kadın, siyasi tutukludur. Cezaevlerinde kaldığı süre boyunca hukuk dışı yaptırımlara boyun eğmediği için, hücre cezası da dahil, birçok cezaya maruz kalmış ve infazı yakılarak yıllarca içeride tutulmuştur. Bu hukuk dışı uygulamalar yetmezmiş gibi, infaz hesabında yapılan hata nedeniyle 5 yıl 7 ay fazla cezaya çarptırıldığı ve 1991’de yürürlüğe giren kısmi aftan yararlandırılmadığı tespit edilmiş ve 2007 yılında cezasının dolmasına 6 ay kala tahliye edilmiştir. 3 Kasım 2010 tarihinde de içeride yazdığı kitap nedeniyle yeniden tutuklanmıştır.

Berktaş devletin F tipi cezaevlerine geçişe hazırlandığı bir dönemde, 12 Eylül cezaevlerindeki hücreleri ve o hücrelerde geçirdiği işkenceleri anlatan “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” adlı bir kitap yazdı. Kitap Nisan 2000 tarihinde Yediveren Yayınevince basıldı. Yayınlandığı günden 7 gün sonra toplatıldı, hakkında davalar açıldı, para ve hapis cezaları verildi. Yasa değişiklikleri ile bu davalar düştüğü halde, yeniden dava açıldı.

Geçtiğimiz yıl yayınevi sahibine para cezası, kitabın yazarı Nevin BERKTAŞ’a ise 10 ay hapis, 461 milyon para cezası verildi ve bu karar Yargıtay tarafından onaylandı. Avukatları bu cezanın, Nevin BERKTAŞ’ın daha önceden haksız yere yattığı 5 yıl 7 aydan düşülmesini istedi ancak mahkeme bu talebi reddetti. Berktaş, tutuklanarak Bakırköy Kadın Cezaevine götürüldü.

Ülkemizde; Terörle Mücadele Yasası (TMY) olmak üzere çeşitli yasal düzenlemelerle düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne yönelik saldırılar her geçen gün artıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında açılan davaların sayısı 1200’ü geçmiş durumdadır. Nevin Berktaş dahil halen cezaevlerinde 11’i yazı işleri müdürü 50’nin üzerinde gazeteci ve yazar tutuklu bulunmaktadır. Bektaş’ın tutuklanması, 12 Eylül Referandumunda “EVET” çıkması durumunda, Türkiye’nin demokratikleşeceğini, özgürleşeceğini söyleyen AKP iktidarının vaadlerinin, gerçek hayatta hiçbir karşılığının olmadığının çarpıcı bir örneğidir. Ayrıca darbecilerden hesap sorulacağı söylenmişti. 12 Eylülcülerin yargılanması bir yana, darbecilerden Kenan Evren’in adının verildiği caddelerden bile adı kaldırılamamaktadır.
Değerli basın temsilcileri;
İfade ve basın özgürlüğü evrenseldir. Bu özgürlük, insanlığın gözetiminde ve korumasındadır. Bedenin değil ama sözün hapsi, demokrasilerde görülür olmamalıdır çünkü uluslar arası denetimin altındadır.
Düşünce ve basın özgürlüğü; demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin olmazsa olmazıdır. İçerde gazetecisi, yazarı bulunan bir ülkenin bunlardan söz etmesi; ne inandırıcı ne de güven vericidir. Bu nedenle Nevin BERKTAŞ’ın serbest bırakılmasını istiyor, bu konuda yapılan çağrılara ve girişimlere duyarlı olunmasını bekliyoruz.21.2.2011


ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİNİN AÇIKLAMASI
NEVİN BERKTAŞ, SUZAN ZENGİN VE TÜM POLİTİK TUTUKLULARA ÖZGÜRLÜK!


“İnancın sınandığı zor mekanlar”ı, “hücreler”i yazdı Nevin Berktaş.
“Başımdan geçenler üzerinden, bu hücreleri anlatmak istedim. Ortaçağın izbe hücrelerinden hiç farkı olmayan, farelerin, Çukurova yılanlarının mesken tuttuğu, kibritin bile alev almadığı vıcık vıcık nemli duvarlarıyla küçücük bir hücrede nasıl yaşanır bilinsin istedim. Zorla İstiklal Marşı söyletmek, ‘komutanım’ dedirtmek, ön ilikletmek, tek tip elbise giydirmek, en basit insani ihtiyaçlarını bile yaptırmamak nasıl bir işkencedir bilinsin istedim”.. diyor Nevin Berktaş.
Baş eğdiremediği insanları hücrelerde çürütmek sistemin “hukuku”, insanın yattığı hücreyi yazması ise yeni bir “suç”!..
Başbakan’a, hükümet üyelerine ve yandaş medyanın kalemşörlerine bakarsanız; “Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önünde hiçbir engel yok, demokrasi ileri düzeyde, darbecilerle de hesaplaşıyoruz”.. vb.
Arap dünyasındaki halk isyanları karşısında ise Türkiye’yi İslam dünyasının “örnek demokrasisi” diye tanımlıyorlar.
Şimdi bu “örnek demokrasi”nin karne notlarına birkaç satır başıyla hep birlikte bakalım :
- Ömrünün yaklaşık 22 yılını 12 Eylül zindanlarında geçiren, Türkiye’nin en uzun süre hapis yatan kadın siyasi mahkumu Nevin Berktaş, yattığı hücrelerin hikayesini yazdığı için 3 Kasım 2010 tarihinden beri tekrar hapishaneye tıkılıyor. Hem de devletten 5 yıl 7 ay hapis alacağı varken. Hem de aynı kitaptan daha önce verilen 3 yıl 6 ay 15 günlük ceza infaz edilmişken yasa değişince itiraz üzerine yeniden yargılanıp 10 aya hüküm giyerek ikinci kez infaz ediliyor. Bunun adı da “düşünce özgürlüğü, ileri demokrasi ve 12 Eylül Darbecileriyle hesaplaşmak” oluyor!..
- Gazeteci-çevirmen Suzan Zengin, tamamen gazetecilik faaliyetinden dolayı tutuklanıyor, iddianamenin hazırlanıp ilk duruşmaya çıkarılması 1 yılı buluyor. İkinci duruşması 6 ay sonraya bırakılıyor ve 6 ay sonra bir 6 ay daha gün veriliyor. “Tutukluluk halinin devamına…” denerek!..
- Azadiya Welat Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Vedat Kurşun 166 yıl 6 ay hapisle cezalandırıldı, ardından gelen Bedri Anıl’a da 52 yıl isteniyor. Bunun adı da “basın özgürlüğü” oluyor herhalde.
- Evinde, işyerinde, üzerinde bir çakı bıçağı dahi bulunmayan 2000 Kürt siyasetçi “ silahlı terör örgütü” üyeliği iddiasıyla iki yılı aşkın süredir tutuklu ve yargılama sürecinde anadillerinden “bilinmeyen bir dil” diye söz ediliyor.
- “Türkiye’de soykırım vardır. Dün Ermenilere uygulanan soykırım bugün Kürtlere uygulanmaktadır” diyen araştırmacı yazar Temel Demirer, ceza tehdidi altında yargılanmaya devam ediyor hâlâ…
- Hrant Dink Ermeni halkının yaşadığı soykırımı anlattığı, devletin “tabu”larına dokunduğu için önce mahkeme salonlarında hedef haline getirildi, ardından bütün dünyaya adeta ilan edilerek taammüden işlenen bir devlet cinayetiyle katledildi. Aradan geçen 4 yılda cinayette rol oynayan devlet görevlilerinden hiç biri mahkeme önüne bile çıkarılmadı.
Bu ülkede “Ermeni” adı küfür, “Ermeni öldürmek” ise “kahramanlık” nasıl olsa!..
- Cumhurbaşkanı, Başbakan İran’da, Mısır’da, Tunus’ta sokağa çıkanları “demokrasi kahramanları” diye alkışlıyor ama kendi ülkesinde sokağa çıkan öğrencileri, işçileri, kamu emekçilerini, işsizleri, yoksul halk kesimlerini, Kürtleri “terörist” diye panzerlerle, coplarla, gaz bombalarıyla, plastik mermilerle dağıtmaya çalışıyor.
- Yasal Siyasal faaliyet gösteren SDP Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları, MYK üyeleri, TÖP yöneticileri ,Sosyalist Parti yöneticileri uyduruk gerekçelerle ‘’terör örgütü yöneticiliği’’ iddiasıyla aylardır tutuklu veya fiili sürgün hayatı yaşıyor.
- Kemal TÜRKLER’in ,Abdi İpekçi’nin,Cavit Orhan TÜTENGİL’in,Uğur MUMCU’nun, Musa ANTER’in ve daha nicelerinin katilleri elini kolunu sallayarak aramızda dolaşıyor.
- 17 Bin faili meçhul (!) cinayet, yakılıp yıkılan 4 bin civarında köy yerinden yurdundan sürülen 4 milyon civarında insan,
Diz boyu yoksulluk…
Boğazına kadar yolsuzluk…
Sefalet…
Çürümüşlük…
Milyonlarca işsiz…
Milyonlarca güvencesiz çalışan…
Tersanelerde, sanayi sitelerinde dakika başı iş kazaları, günübirlik iş cinayetleri …
…Ve nihayet Kürt Coğrafyasında; dağlarda, ovalarda, derin vadilerde, kuytuluklarda, toplu mezarlardan, topraktan fışkıran cesetler, insan kemikleri…
Hangi ‘’adalet’’ten, hangi ‘’ileri demokrasi’’den, hangi ‘’insan hakları’’, ’’düşünce özgürlüğü’’, ’’basın özgürlüğü’’ vb. den söz ediyorsunuz.
Bu ülkede emekçiler ve ezilenler Kürtler,Ermeniler,Aleviler,Romanlar,Êzidîler, Süryaniler vb. için adalet yok, ‘’demokrasi’’ ; ’’örnek’’ veya ‘’ileri’’ değil düpedüz sahte. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü vb. ile ilgili sözler ise retorikten ibaret, tamamen palavra, kuyruklu yalan!..
Bir insan devletten ‘’hapis alacaklısı’’ olur mu?..
Nevin BERKTAŞ devletten 5 yıl 7 ay ‘’hapis alacaklısı’’!...
Devlet kendi ‘’hukuku’’ içinde bile Nevin BERKTAŞ’ı 5 yıl 7 ay fazladan hapiste yatırmış.
Üstüne üstlük ‘’yattığı hücreyi yazdığı için’’ 3 Kasım 2010’dan itibaren 10 ay daha yatırmak için hapse kapatıyor,üstelik aynı ‘’suç’’ tan dolayı ikinci kez!..
Adeta intikam alıyor!..
Adeta;’’sen misin bizim hücremizi beğenmeyen, kötüleyen’’ … dercesine!..
Nevin BERKTAŞ’ı yattığı hücreyi yazdığı için hapse tıkanlara, yaşadığımız örnekleri; ’’hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları, özgürlük’’ vb. diye yutturanlara sesleniyoruz:
Biz de yaşadığımız ülkeyi yukarıdaki gibi tarif ediyoruz.
Ya Nevin BERKTAŞ’ı bir an önce serbest bırakın, ya da bizi de tutuklayın!..
Hiç değilse ‘’ hukuksuzlukta eşitlik ’’ olsun!.. 21.02.2011

ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ

15 Şubat 2011 Salı

ŞİRİNCEDEKİ DEVEKUŞU İNADINA DESTEK !

Destek için İmza Formu  İmza Listesi



Pınar Ömeroğlu
Fatime Akalın
Ahmet Önal
Attila Tuygan
Ragıp Zarakolu
Mehmet Özer
Mahmut Konuk
Hüseyin Gevher
Sait Çetinoğlu
Mustafa Sütlaş
Oktay Özel
Adnan Çenç
Ahmet Hulusi Kırım
Elif Taşkın
Mehmet Tursun
Uluslararası Baran Tursun Vakfı
Recep Maraşlı
sibel Özbudun
Temel Demirer
Uğur Kutay
Semra Somersan
Deniz Faruk
Beyza Çelenligil Kutay
Fabio L. Grassi
...
(devamı imza listesinde)


SSS


Yıkacakları evler sahiden kaçak mı?

Evet kaçak. O sayede güzeller. Bunların bürokratik çapsızlığına boyun eğsek, bildiğiniz Türkiye vasatından bir adım öteye gidebilir miydik?



Kaldı ki boyun eğsek de çıkış yolu yoktu. Adamlar köyü 1983’te sit ilan ediyor, sonra tam 27 sene – dile kolay, 27 sene – bir tane götü boklu imar planı yapamıyorlar. İmar planı yoksa hiçbir şey yapamazsın. Ancak tescilli tarihi eserse (köyde birkaç tane var onlardan) Anıtlar Kurulunun mıymıntı memurlarının isteği doğrultusunda eskisinin sahte kopyasını yapabilirsin. Tescilli değilse ne damını onarabilirsin, ne pencere takabilirsin, ne mutfak ekleyebilirsin, ne bahçenin duvarını değiştirebilirsin. Yasaxtır. Yakasına Atatürk rozeti takmış yamuk suratlı bir memure bayan gelir, tutanak tutar, evinin yıkım kararını verirler, on bin lira ceza yazarlar, mahkemesi beş yıl sürer, ikibuçuk yıl hapse mahkûm olursun.



“Kaçak” ne demek, düşünün bir dakika. Devletin izni olmadan yapılmış demek, hepsi o. Kitap yazarken Devletin iznini alıyor musun? Çocuk yaparken izin alıyor musun? Kendi arsanda köy evi yaparken niye izin alacaksın ki? Kitap yazmak mı toplum için daha büyük potansiyel risk, ev yapmak mı? Çocuk yapmak mı daha tehlikeli ev yapmak mı? Eee o zaman? Nereden alıyor bu adamlar bu yetkiyi?



Ermeniliğin bununla alakası var mı?

Olmaz olur mu?



Adam bir köyü ihya ediyor. Bütün bir “butik otel” sektörünün, alternatif turizm sektörünün öncüsü olan bir yer yapıyor. Bütün dünyanın hayran olduğu mekânlar yaratıyor. Fakir bir köyde sıfırdan başlayarak 25-30 milyonluk bir gelir kaynağı yaratıyor. Üstelik bunu bir kuruş kredi veya teşvik almadan yapıyor. Yirmi vilayette binlerce kişiye konferanslar verip bu işin püf noktalarını anlatıyor. Zanneder misiniz ki onbeş yılda BİR TANE devlet görevlisi gelip teşekkür etsin, omuzuna vurup helal olsun sana desin, ödüllendirsin? Kaç tane iktidar değişti, kaç vali kaymakam değişti. Yanlışlıkla yahu, BİR TANESİNİN bile aklına gelmez mi?



Var mıdır bunun ırkçılıktan, topyekün namussuzluktan başka açıklaması?



Bir tanesinin aklına gelseydi acaba o aşağıdaki kıytırık memurlar cüret eder miydi, “ama efendim mevzuat yönetmelik” diye ötmeye?



Birinci günden sonuncu güne kadar sadece düşman muamelesi ettiler. Elli kişinin aynı anda inşaat-tadilat yaptığı köyde gelip sadece bana tutanak üstüne tutanak tuttular. Sonra rezalet ayyuka çıkınca gidip herkese tutanak tutmaya başladılar. “Benim yüzümden” gariban Türk köylüsüne de eziyet etmek zorunda kaldıkları için bana daha beter diş bilediler.



Bir yer geldi (galiba 2001’de hapse girmem benim için dönüm noktasıydı) hodri meydan dedim. Açıkça meydan okudum. Tutanaklarını yırtıp suratlarına attım. Bir daha bunlardan inşaat izni almayacağımı ilan ettim. “Koruma Kurulu üyelerine yasaktır” diye otelin kapısına tabela astım. Yasaktan korkup işi durduran elemanlarımı işten kovdum.



Osmanlı isyanla baş etmeyi iyi bilir. Küçükse başını ezersin, büyükse paşalık verirsin. Ama Ermeni olursa paşalık da veremezsin. İşte işin çıkmaz noktası budur. O yüzden Ermeninin isyan etmemesi gerekir. Çünkü ederse çözümü yoktur. Başını ezmen gerekir.



Edeceklerdir hiç kuşkunuz olmasın. Başka çözüm bilmezler.

Sevan Nişanyan'dan Günün Özeti
(17 Şubat 2011)


Dün sabah Selçuk kaymakamlık binasında İl Jandarma Alay Komutanı, Çevik Kuvvet Müdürü, Emniyet Müdürü toplanmışlar. İzmir’den askeri birlik sevkine karar vermişler. Bir iş için Selçuk’a indim. Anında etrafımda yedi-sekiz tane sivil polis beliriverdi. “Nişanyan Selçuk’ta dolaşıyormuş” diye herkese sormuşlar. Ya da uyarmışlar, tam anlamadım.



Köydeki jandarma karakolu takviye edildi. Her zaman konuşup şakalaştığımız askerlerde bir tedirginlik. “Yarın beni vurmak zorunda kalacaksınız” dedim. “Allah göstermesin” dediler, ama gözlerini de kaçırdılar.



Öğleden sonra destek için gelen arkadaşlar yağmaya başladı. Otelin etrafı anababa günü oldu. Duyuldu ki polis tedbir almış, otobüsle gelenleri Şirince’ye sokmayacakmış.



İstanbul ve İzmir’den Genç Siviller, Nesin Vakfı, EDP, Mazlum-Der ve daha başkaları otobüsle yola çıkacaklarını haber verdi. BDP’den aradılar, yarın topluca Şirince’de olacaklarmış.



Arada telefonum hiç durmuyor. Galiba Türkiye’de aklı ve vicdanı olan HERKES bu felaketi önlemek için seferber olmuş. Tanıdığım ve tanımadığım insanlar İzmir Valisini, Kültür Bakanını, İçişleri Bakanını, iktidar partisi ileri gelenlerini ablukaya almış.



Günün esprisi: Cumhuriyet gazetesinden çömez bir muhabir göndermişler. Otelin etrafında biriken arkadaşlara sormuş, “yıkımı protesto etmek için mi desteklemek için mi buradasınız” diye.



Arada TIR’lar ve iş makinaları geldi. Şirince yolunu üç noktada kesmek için tertibat aldık. Bizim ustalardan Halis’i istihkâm işleriyle görevlendirdim. Köşke erzak ve mühimmat yığıldı. Zincirler geldi. Rahmetli Salvador Allende gibi bir kask bulsam mı diye düşündüm ama gerek olmadığına karar verdim.



Saat dört sularında askeri müfreze eşliğinde TEDAŞ ekibi geldi. Özür dileyerek elektriğimizi kestiler. Yıkım yapılacak binaları boşaltmamızı tebliğ ettiler.



İnternetimiz de gittiğinden Aynur’la Kenan uyduruk bir cep telefonu bağlantısıyla facebook’a haber yetiştirmeye çalışıyorlar.



Saat beşe doğru TEDAŞ’çılar yüzlerinde gülücüklerle geri döndü. Şimdilik durdurulmuş. Elektriği gene bağlayacaklarmış.



Herkes bayram etti. Birer bira içelim bari dedik. Bir bardak biranın bu kadar çarptığını hiç hatırlamıyorum. İki saat kendime gelemedim.



Kalkan’dan sevgili Alper Görmüş, Ayvalık’tan Serdar Ateşer, Ankara’dan sevgili Sait Çetinoğlu ve eşi, İzmir’den Taraf Gazetesinin avukatı Yelda Bilal ve başkaları arabaya atladıkları gibi gelmişler. Akşam köylülerle beraber köy meydanında büyük bir toplantı yaptık. Daha sonra İzmir Mazlum-Der’in ekibi geldi. Geç saate kadar sohbetler ettik.



*

Bize söylendiği kadarıyla Kültür Bakanı Ertuğrul Günay İzmir Valisine bir yazı yazıp, Şirince’de imar planı değişikliği yapılıncaya kadar her türlü işlemin durdurulmasını talep etmiş. Vali Bey ayak diretince İçişleri Bakanı Beşir Atalay devreye girerek yıkımın ertelenmesini istemiş.



Yapılan şey durdurma değil, erteleme. Yasal olarak galiba 15 gün gibi bir süresi var. İnşallah yanılıyorumdur, ama Mart’ın 4’ü 5’i gibi bir tarihte gene aynı şeyleri yaşayacağız gibi bir his var içimde.



Döne dolaşa gelip aynı şeyleri söylüyorlar: Ama bu evler KAÇAKmış, ay ay, olur mu öyle şey? Biz de diyoruz ki sen kafana estiği için 27 sene boyunca koca bir köyde çivi çakmayı yasaklarsan tabii kaçak olacak. Sana RAĞMEN yapabildiğimiz için mutluyuz, gururluyuz, kendimizi tebrik ediyoruz. “Kaçak” ne demek? Devletin mühürlü kâğıdı olmadan yapılmış demek. Kitap yazdığımızda da senden izinsiz yazıyoruz, yemek yediğimizde de senden izinsiz yiyoruz. Bari onları da “kaçak” ilan et!



Bu iki zihniyetin bağdaşmasına imkân yoktur. 27 senedir anlatıyoruz, anlamadılar. Bundan sonra da anlayacaklarına dair en ufak bir belirti görmüyorum. Pek umutlu değilim. Dilerim yanılmış olayım.



*

Memlekette aklı ve vicdanı olan herkes, ama herkes, dünden beri Ali Nesin’le beni sevgi seline boğdu. Bu sularda yüzmeye ben pek alışık değilim, o yüzden hatalarım olduysa affoluna.



Birkaç isim sayayım. Çok eksik var eminim, ama bunlar günün gerçekten parlayan yıldızlarıydı.



TBMM’de Ufuk Uras olağanüstü bir çaba gösterdi. İçişleri Bakanını galiba o ikna etti. Bugün de Başbakanla konuşacakmış.



Baskın Oran kırk kollu Hızır gibi yetişti. Bizi bir an için yalnız bırakmadı. Uluslar arası basını seferber etti.



Bir zamanlar dini kavramlar yüzünden kavga ettiğim Hilal Kaplan bütün yüreğini ortaya koydu, Ak Parti ileri gelenlerini seferber etti. Özlem Abacı internette müthiş bir imza kampanyası örgütledi.



Sabancı Üniversitesi’nden sevgili Kemal İnan ile İzmir milletvekilimiz Erdal Kalkan Kültür Bakanını akıl yoluna davet ettiler. EDP İzmir İl Başkanı Arif Cangı, benim “sol” hakkındaki duygularımı bile bile, İzmir’in sol kesimlerini seferber etti. Genç Siviller bir otobüs dolusu insanı İstanbul’dan yola çıkardılar.



Mazlum-Der ilk andan itibaren son derece net bir tavır sergiledi. Olayın mahiyetini A’dan Z’ye doğru tahlil etti; yürekten desteğini verdi; gecenin ortasında kalkıp Şirince’ye bizi yüreklendirmeye geldiler.



Daha pek çokları var. Kusura bakmayın, hepsini anmaya yetişemeyeceğim.



Minnet borcumu nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Ama bir şey kafamda netleşmeye başladı. Bunca zamandır “otel işletmecisi” kimliğimle yazar ve fikir adamcığı kimliğimi birbirinden çok uzak tutmuşum galiba. O konuda bir şeyler yapmam lazım.



İlk yıllarda bu otelde biz “müşteri” değil “misafir” ağırlardık. Öylesi daha güzeldi gerçekten diye hatırlama fırsatını buldum bu vesileyle.


9 Mart’tan önce Şirince’ye gelin. Varlığınızla bize güç verin. Bu zor ve güzel günlerde yanımızda olun.



BANALLİĞİN ZAFERİ

Son anda beklenmedik bir gelişme olmazsa Nişanyan Evleri önümüzdeki on-onbeş gün içinde yıkılacak. Selçuk Kaymakamlığı 18 Ocakta yıkım işini ihale etmiş. İşi alan müteahhidi gidip bulduk. Eski bir gardiyanmış; konuşulabilecek biri izlenimini vermedi.

İlk partide ana binamız olan Köşk’ü, ilk göz ağrımız Kerevetli Ev’i, bir de Nesin Vakfı’nın malı olan Hamamlı Ev’i yıkacaklarmış. İl Özel İdaresi ihale şartnamesine bilhassa not düşmüş, bunlar tamamen yıkılacak, yarım iş yapılmayacak, molozu da kaldırılacak diye. Yanısıra köyde başkalarına ait birkaç çardak, müştemilat vs. yıkılacakmış. Bunlar ilk raunt. Daha sırada İlyastepe’deki bağevleri, mermer havuz, kule, kümesler, personel evi ve kendi evim var. Yaza kalmaz onlara da sıra gelir.

“Yok canım daha neler” diyor insan tabii. Biz de hep öyle dedik. Bu kadar manasız vahşet olmaz, bunlar BİLE bu kadar mantıksız iş yapamaz diye kendimizi inandırdık. Ortada başkasının hakkına tecavüz yok. Bu evler bana zarar verdi diyen kimse yok. Yıkacakları apartman filan değil; yüzlerce yıllık usullerle yapılmış mütevazı, sevimli köy evleri. Bugüne dek yerli yabancı binlerce kişiye mutluluk vermişler. Sit alanını bozdu deseniz, zaten Şirince’nin tarihi dokusu denen şey bunun gibi birkaç evden ibaret; “tarihi Şirince” diye zaten gelip bizim evlerin fotoğrafını çekiyorlar. İmar planına aykırı deseniz, imar planı her tarafından dökülen bir fiyasko; bugün yarın iptal edileceği kesin.

Görebildiğim kadarıyla işin içinde bir ekonomik çıkar, bir rant beklentisi de yok.

Peki ne var? Söyleyeyim ne olduğunu: Bu evler Devletten izin alınmadan yapıldı! Suç budur. Yıllar önce ilk evleri yaparken izin istedim, yalvardım, kapılarında bekledim, pis pis hakaretlerini sineye çektim, dünyanın parasını ve zamanını harcadım. Sonra yetti gayrı deyip yoluma gittim. Bir daha da kapılarını çalmadım.

Makamı dışında bir var oluş nedeni olmayan kapı kulları için bundan daha büyük suç yoktur. Mevcudiyet­lerinin yegâne temeli olan “mevzuatın” namusunu korumak için gözlerini kırpmadan cinayet işlerler. İşliyorlar.



BİR RÜYANIN SONU

Yıkarlarsa oniki yıllık bir rüyanın sonu gelmiş olacak. Bu devirde, bu memlekette, modern şehir hayatının dışında DA uygar, güzel ve üretken bir yaşam kurulabilir mi? Kurmaya çalıştım. Kurulabileceğini insanlara göstermeye çalıştım. Görüldü ki kolay değilmiş.

Haset, ırkçılık, cehalet ve zorbalık, cehennemin dört atlısı gibi insanın üstüne çullanırmış.

“Yıksınlar daha güzelini yaparsın” diyenler oluyor, moral vermek için. Yok, kazın ayağı öyle değil. 12 yılda kazandığım her kuruşu bu evlere yatırdım. Birikmiş param yok, altından kalkamam. Şevkim de kalmadı. Yaşım da artık müsait değil.

Olsa da zaten mesele o değil. İşin özü, böyle bir hezimetin utancını kaldıramam. “Bu memlekette sana Hodri Meydan Kulesi diktirmezler” deyip beni akıl yoluna çağıran insanlara hep kulak tıkadım; onların yüzüne bir daha bakamam. Devlet yönetmekle alçaklığın eş anlamlı sayıldığı bir ülkeye yatırım yapılmaz, çocuklarının rızkını burada çarçur etme diye yirmi seneden beri başımın etini yiyenlere karşı boynum bükük kalırım. Daha geçen ay Paris’te “Türkiye’de güzel şeyler oluyor, iyimser olmak lazım” diye nutuk attığımda hayretle yüzüme bakanların gülmesine tahammül edemem.

Böyle bir şeyin ardından nasıl ve hangi hakla yaşamaya devam ederim, bilmiyorum.

Üzgün müyüm, depresyonlara mı düştüm? Hiç değil. Uzun zamandır kendimi bu kadar zinde ve neşeli hissetmemiştim desem belki şaşarsınız ama durum bu. Doğru olanı yaptım. Bir daha baştan başlasam gene aynısını değil, fazlasını yapardım. Sonuna kadar mücadele edeceğim. Kaybedersem de gereğini yapacağım. O kadar. Netlik güzel şey. İnsana şevk geliyor.

“Güvercin tedirginliği” filan beklemeyin benden. Bendeki, olsa olsa, devekuşu inadı.



ŞİRİNCE’YE DAVET

Desteğinize ihtiyacım var. Hem de çok.

Ama ona buna mail atmakla, protesto yazıları yazmakla, bakanlara telefon etmekle bir yere varılacağını sanmıyorum. Onu geçin. Daha etkili bir şey yapalım. Buyurun Şirince’ye gelin. Varlığınızla bize güç verin. Bu zor ve güzel günlerde yanımızda olun.

Bugünden 9 Mart’a kadar Nişanyan Evleri’nin ve Nesin Matematik Köyü’nün kapılarını herkese açıyoruz. Buyurun misafirimiz olun. Yüz kişiye kadar yerimiz var, yetmezse elbet bir çare buluruz. Müzik ya da tiyatroyla uğraşan eşiniz dostunuz varsa onları da çağırın, bir şeyler organize edip eğleniriz. Hep beraber bu alçaklara meydan okuruz.

Kimbilir, belki Şirince’de el birliğiyle bir ufak Tahrir Meydanı da inşa ederiz.

Tanıdığınız HERKESİ davet edin lütfen. Bu mektubu tanıdıklarınıza iletebilirsiniz; dilediğiniz yerde yayımlayabilirsiniz.

Burada badem ağaçları çiçek açtı bile. Gelin, baharı beraber karşılayalım.



Sevan Nişanyan



NOT 1: Neden 9 Mart? Yıkım şartnamesine göre 9 Mart’a kadar evleri yıkmaları gerekiyormuş. O günden önce gelecekler tahminen. Son duyuma göre 21-22 Şubat’ta gelebilirlermiş.

NOT 2: Facebook’ta “Şirince Yıkılmasın” başlıklı bir grup sayfası açtım. Günlük gelişmeleri oradan izleyebilirsiniz. http://www.facebook.com/group.php?gid=119562836232
NOT 3: Gelmeden (232) 898 3208’i arayabilirsiniz. Aramadan da gelebilirsiniz.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Tutuklu Gazeteci Suzan Zenginden Mektup Var

Gazeteci Suzan Zengin Tutukluluğu İki Yıla Çıkacak

İstanbul 10. Ağır ceza Mahkemesi, gazeteci-çevirmen Suzan Zengin'i tahliye etmeyi reddetti. Zengin 14 Haziran'da görülecek duruşmaya kadar tutuklu kalacak.

“Merhaba;

Bir buçuk yıldır Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde tutuklu bulunmaktayım. Aynı zamanda şu sıralar hapishanelerde tutulan onlarca tutuklu gazetecilerden de biriyim.

İlk duruşmaya tutuklanmamdan tam bir yıl sonra çıkarıldım ve mahkeme hiç bir somut delil yokken tutuklulğumun devamına karar verdi. Ve ikinci duruşma tam 6 ay sonrasına, 15 Şubat 2011’e ertelenmişti. 15 Şubat’ taki duruşmada tahliye olamazsam bir sonraki duruşma yine 6 ay sonrasına ertelenecek ve haksız tutukluluğum devam edecek. Bu mektubu yaşadığım hak ihlallerini dile getirmek için yazıyorum.

Tutuklu bulunduğum süre içerisinde, zaman zaman kamuoyunu durumumla/ sürecimle ilgili bilgilendirmiştim. Burada yine de davaya ilişkin kısa bir hatırlatma- tekrar yapmak istiyorum.

Alakam olmadığı açıkça görülen, zaten ne dosyada ne de iddianame de hiç bir alaka kurul(a)mayan bir dosyada, “yasa dışı örgüt üyeliği” suçlaması ile yargılanıyorum. Bu suçlamaya “kanıt” yapılmaya çalışılan tek şey ise, çalıştığım gazeteye ait olduğu açık bir şekilde görülen ve de hiç bir yasadışılık içermeyen materyaller !

Bu, hiç bir dayanağı olmayan keyfi- hukuksuz tutukluluk sürecinin devam edip etmeyeceğini ise 15 Şubat’taki duruşma gösterecek.

İçinden geçilen süreç malum, en küçük bir toplumsal muhalefete dahi tahammül edilemeyen bir süreç. Muhalif basın üzerinde her daim hiç eksik olmayan baskılar-engellemeler bu süreçte daha da artmıştır.

Muhalif basına verilen kapatma cezaları, toplatma- baskın, çalışanlarının tutuklanması gibi uygulamalardaki artış, onlarca muhalif gazetecinin hapiste olması da bunu göstermektedir.

Hapishanelerdeki gazetecilerin büyük çoğunluğunun, benim örneğimde görüldüğü gibi, “yasa dışı faaliyet- örgüt üyeliği” vb. komplocu yöntemler sonucu oluşturulan dosyalarda yargılanıyor olmaları da ayrı bir durumdur. Bunu yaparken güdülen amaçlardan biri de, gerçekte muhalif gazeteci olduğu için, muhalif düşüncelerinden dolayı tutuklanan- yargılanan kişileri, bu tarz komplolarla “terör suçlusu” kapsamına sokarak, toplumun- halkın gözünden düşürme ve itibarsızlaştırma çabalarının yanı sıra, özellikle de muhalif düşüncelerinden dolayı yargılanan gazeteci sayısını da ( AB uyum yasaları vb. nedenlerle) az göstermektir. Bir kaç ay önce bir hükümet yetkilisi ne demişti: “Bunlar gazeteci kılığında teröristler!”

Bu açıklama bile tek başına, önceki satırlarda amaca dair getirdiğim yorumumu doğrular tarzdadır.

31.12.2010 tarihinde yürürlüğe giren uzun tutukluluk ile ilgili yasaya istinaden avukatım başvuruda bulundu. Ancak reddedildi. Hiç bir delil olmadan daha ne kadar tutuklu kalacağım belli değil. Bilindiği gibi yasanın siyasi nedenlerle hapiste tutulanlara dönük yorumu biraz “sorunlu”! Yani uzun tutuklu sayılmak için bayağı uzun süreler gerekiyor!

Bunun içindir ki, kendi özgülümde yaşadığım, hiç bir somut delile dayanmadan 1,5 yıl hapiste olmamın tutukluluk için yeterince uzun süre sayılıp sayılmayacağı da 15 Şubat’ta anlaşılacaktır.

Suzan Zengin

Tutuklu Gazeteci- Çevirmen

Bakırköy Kadın Kapalı Hapishane B/4”