Anımsanacaktır; Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi (ADÖG), 26
Kasım 2014 tarihinde Edirne Valisi Dursun Ali Şahin’in kentte restorasyonu
gerçekleştirilen sinagoga konusundaki, buram buram ırkçılık ve anti-Semitizm
kokan sözlerini protesto eden bir bildiri yayınlamış, metinde anti-Siyonizm ile
anti-Semitizm arasındaki fark da vurgulamıştı.
Bildiri üzerinden birkaç gün geçti ki, bu bildiriyi ve
imzacılarını “anti-Semitizm yapmakla” suçlayan bir metin dolaşıma girdi sosyal
medyada. “S.O.S. Antisemitizm!” başlığını ve Almanya Frankfurt / Main kentinde
faaliyet gösterdiği anlaşılan “Soykırım Karşıtları Derneği”nin imzasını taşıyan
metinde, “bu güne kadar antifaşist, anti
ırkçı, cephede bildiğimiz solcu devrimci demokrat geçmişinde ağır bedeller
ödemiş, ezilen halklar meselesine özellikle de soykırım mağduru halklar
meselesine duyarlılıkları ile” tanınan “aydınların, antisemitizme karşı tavır
adına kendilerinin antisemit pozisyona düşmeleri”nden metni kaleme alan
kişilerin (böyle diyorum, çünkü metinde imza yerine sadece derneğin adı yer
alıyor) “büyük bir hayal kırıklığına” uğradığı belirtilip, “antisemit klişeler
üzerinden antisemitizme karşı mücadelenin imkânsız olduğu” söyleniyor.
Ardından da, bildiri imzacılarının “antisemit klişeler”ine değgin
argümanlar sıralanıyor. Özetle:
1) “Siyonist
İsrail devleti” kavramının, global anti-Semitizmin, Yahudi halkının Filistin’de
devlet olarak var olma hakkına karşı icat ettiği anti-Semit bir klişe olduğu…
Oysa İsrail devletinin yüzlerce yıldır zulme ve sürgünlere uğramış Yahudi halkının kendi yurdu
üzerinde, BM’nin de onayı ile kurduğu meşru bir devlet olduğu…
2) Anti-Siyonizmin, günümüzde “her türden
Yahudi düşmanlığının içinde yer aldığı, İsrail’e ve Yahudi halkına karşı
yönelen dezenformasyonların, iftiraların komplo teorilerinin kılıfı” olduğu…
Anti-Siyonist olmanın “Kürtlerle dost, ama PKK’ye karşı olmak”, ya da
Ermenileri sevdiğini söyleyip de “Ermeni terörü”nden söz etmekle aynı kapıya
çıktığı…
3) İsrail devletinin bünyesinde “İsrail
devletinin meşruluğunu kabul etmeleri” koşuluyla Arapların ve Müslüman ya da
Hıristiyan başka toplulukların da yaşadığı, Arapça’nın İbranice yanında resmi
dil statüsünde olduğu…
4) Türkiyeli sosyalistlerin, devrimcilerin
anti-Semitizminin kökeninde, 1960’lı yıllarda Filistin Kurtuluş hareketiyle
kurduğu dostça ilişkilerin yattığı, bu “yapısal anti-Semit duruşla” yüzleşmeden
Türkiye solunun “ne soykırım mağduru halklar meselesine ne de genel anlamda
ezilen halklar meselesine tutarlı bir duruş göstermesinin mümkün olmadığı...
Derler ya,
neresinden tutmalı…
Bir kere “Siyonizm” kavramı, “anti-Semit bir klişe olmak” bir
yana, İsrail devletinin, kuruluşundan bu yana en yetkili kişilerince benimsenen
“yarı-resmî” ideolojisidir. Gelin, bunu göstermek için en “tartışılmayacak”
kaynaklara müracaat edelim.
Örneğin, Sanal Yahudi Kütüphanesi (Jewish Virtual Library) “Siyonizm”i
şöyle tanımlıyor:
“… ‘Siyonizm terimi, 1890’da (Milliyetçi Yahudi Öğrencileri
Hareketi Kadimah’nın kurucusu
Avusturya yurttaşı b.n.) Nathan Birnbaum tarafından imal edilmiştir. Genel
tanımı Yahudi halkının anayurtlarına dönüşünü sağlamaya ve İsrail topraklarında
Yahudi egemenliğinin tesisine yönelik ulusal hareket anlamına gelir. İsrail
devletinin 1848’deki kuruluşundan itibaren Siyonizm, İsrail Devleti’nin
gelişmesi ve İsrail’deki Yahudi ulusunun İsrail Savunma Kuvvetleri desteğiyle
korunması anlamını yüklenmiştir. Ortaya çıktığı andan itibaren Siyonizm hem
somut hem de tinsel hedefleri savunmuştur. Tüm kanaatlerden Yahudiler -sol,
sağ, dinsel, seküler- Siyonist hareketi oluşturmuş ve onun hedefi doğrultusunda
çaba göstermiştir.”[1]
Tanımın atladığı bir şey var: İsrail Devleti’nin kurulduğu
toprakların boş araziler olmayıp, yüzlerce yıldır Filistinli Arapların yurdunu
oluşturduğu… Ve “İsrail yurdu”nun, Balfour Bildirgesi’nden bu yana Filistin
topraklarına yerleştirilen Yahudi kolonları ve izleyen yıllarda kurulan
devletin bir dizi işgalle bu sınırları, yeni Arap topraklarını ilhak ederek
genişlettiği, Filistinlileri ise kuşatılmış, çevrelerindeki çember her
seferinde biraz daha daralan, periyodik katliamlar, yoksullaşma ve
yoksunlaşmaya mahkûm kıldığı…
İsrail devletinin topraklarını işgal ettiği Filistinlileri
“vatansızlaştırma” ve “paryalaştırma” girişimlerini sadece başlıklar hâlinde
sıralamak, ciltler tutar… Yine de birkaç örnek vermeli… Unutmamak için:
-29 Eylül
1947 tarih ve 181 sayılı taksim kararı açıklandığında 219 köy, Hayfa, Taberiya,
Safed ve Bisan’da 243 bin Filistinli yaşıyordu. 1948 Haziran’ına gelindiğinde
239 bin Filistinli tehcire tabi tutulmuş vatanlarından zorla uzaklaştırılmış,
180 köy tamamıyla tahliye edilmiştir. Safed, Taberiya ve Bisan şehirlerinde hiç
Filistinli bırakılmamıştır…
-Taksim
kararında Filistinlilere verilen bölgeden 122 bin Filistinli Siyonist yönetim
tarafından tehcire tabi tutulmuştur. 70 köy tamamen yıkılmış Yafa ve Akka
halkının tamamına yakını zorla yerlerinde uzaklaştırılmışlardır…
-31 Aralık
1947 tarihinde Siyonist yönetimin milisleri Beldetüş ‘Şeyh’a girmişler ve çocuk
kadın demeden 600 Filistinliyi öldürmüşlerdir…
-3 Kasım 1956
tarihinde Hanyunus’da benzer bir katliamla 275 Filistinli’yi öldürmüşlerdir…
-5-7 Aralık
1967 tarihinde Kudüs’te 300 sivili, 16-18 Haziran 1982 tarihinde Beyrut’taki
Sabra ve Şatilla kamplarında aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu
1500 Filistinli ve Lübnanlı sivili katletmişlerdir…
-25 Şubat
1994 günü el-Halil’de Harem-i İbrahim’i sabah namazında basıp namaz kılanların
üzerine ateş açarak 50 kişiyi öldürmüşlerdir…
-
27 Aralık
2008 de başlayıp 18 Ocak 2009’a kadar devam eden ‘Dökme Kurşun’ saldırılarında
313’ü çocuk 116’sı kadın olmak üzere Gazze’de 1417 kişiyi katletmişlerdir…
Ve İsrail devleti Filistinlilerin topraklarını işgal,
Filistinlileri, bastırma, etnik temizliğe tabi tutma ve mülksüzleştirme
işlemlerini “Siyonist” ideolojiye dayanarak gerçekleştirmiştir,
gerçekleştirmektedir. Hayır, “Siyonist İsrail”, “bir elinde Kur’an, bir elinde
Kavgam olan” “İslâmcı faşistler”in bir icadı değil, İsrail’in kurucularının ve
yöneticilerinin büyük bölümünün ideolojisi, idealidir.
Tam da bu nedenle 1975
Kasım’ında 3379 no.lu kararıyla Birleşmiş Milletler (BM), Siyonizmi “İnsanlık
suçu olan ayrımcılık ve ırkçılık” olarak tanımlamıştır.
Dahası, gerek İsrail’de gerekse İsrail dışında Siyonizme karşı
çıkan çok sayıda Yahudi vardır. Üstelik yalnızca Siyonist ideolojinin seküler
ve milliyetçi söylemini eleştiren fanatik Yahudiler değil… Norman
Finkelstein’dan Noam Chomsky’ye, Michael Neumann’dan Shlomo Sand’a, Ilan
Pappé’den Uluslararası Anti-Siyonist Ağ’a çok sayıda İsrail’de ya da İsrail
dışında yaşayan Yahudi aydın ve aktivist, kendilerini “anti-Siyonist” olarak
tanımlayıp İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı vahşete karşı saygın bir
mücadeleyi sürdürmektedir… Ve onlara göre
anti-Siyonizmi anti-Semitizme eşitlemek, İsrail politikalarına karşı muhalefeti
susturmanın bir yoludur…
Anti-Siyonist olmayı “anti-PKK” ya da “anti-Ermeni” olmakla
eşitleyen mugalataya gelince…
Ermeniler, Osmanlı topraklarında uygulanan etnik temizlik ve
“sermayeyi Türkleştirme” politikaları doğrultusunda trajik bir soykırıma
uğratıldılar. Cumhuriyet rejimi ise soykırım faillerini taltif edip Ermeni
mülklerinin yağmalanmasını resmileştirerek bu politikaya sahip çıktı, sürdürdü…
Bu tarihsel gerçeği “ama”sız, “fakat”sız kabul etmek, bizler için, Ermenileri
sevmek ya da sevmemekten bağımsız olarak, sosyal bilinç ve vicdanımızın
gereğidir.
Bir parantez açıp soralım: Açıklama yazar(lar)ının İsrail’in
Ermeni soykırımını tanımamış olmasına bir diyecekleri var mıdır?
Benzer biçimde, Kuzey Kürdistan halkının varlık ve özgürlük
mücadelesinin İsrail devleti ya da siyonizmle karşılaştırılması da demogojiden
ibarettir. Kürtlerin özgürlük mücadelesi, Kürt toprakları üzerinde yaşayan
herhangi bir kendiliğin ortadan kaldırılması ya da etkisizleştirilmesini,
kuşatılmasını, mülksüzleştirilmesini öngörmekte değildir…
Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi bugüne dek olduğu gibi bugünden
sonra da Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Ulusların ve Dillerin Tam Hak
Eşitliği ve özgürlüğünden yana olmayı sürdürecektir.
Ama bunların İsrail devletinin Siyonist ve yayılmacı
politikalarına karşı çıkmakla ne alakası var?
Gelelim İsrail’in topraklarında Arapların da
yaşayabildiğine/yaşadığına. Metin yazar(lar)ı, bu “lütfu” İsrail devleti
açısından bir “yücegönüllülük” olarak görüyor olabilirler. Gelin o zaman bu ne
menem bir “yücegönüllülük”tür, ona bakalım:
Örneğin İsrail’in 121 yahudi yerleşimiyle adım adım kolonize
ettiği, gözetleme kulelerindeki deliklerden Filistinlilerin her kıpırtısının
gözetim altında tutulduğu, 8 metre yükseklik ve 600 kilometre uzunluğundaki
“utanç duvarı”yla ikiye bölünmüş, duvarın bir yanındaki Filistinli gençlerin
yarısının işsiz, geri kalanın çoğunun boğaz tokluğuna, ayak işlerinde çalışmak
üzere duvarın öte tarafına geçmek zorunda olduğu, Batı Şeria…[2]
Örneğin Noam Chomsky’nin, “Hapiste
tek bir gece geçirmek bile dışsal bir gücün mutlak denetimi altında bulunmanın
ne demek olduğu hakkında bir fikir edinmek için yeterlidir. Gazze’de, dünyanın
en büyük açık hava hapishanesinde hayatta kalmaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu
anlamaya başlamak için burada bir gün geçirmek bile yeterli. Burada, dünyanın
en yoğun nüfuslu bölgesinde bir buçuk milyon insan, tek amacı onları aşağılamak
ve küçük düşürmek olan rasgele ve genellikle de vahşi bir teröre ve rasgele
cezalandırmaya sürekli olarak maruz kalıyorlar. Bu terörün nihai amacı,
Filistinlilerin makul bir geleceğe ilişkin umutlarını kırmayı ve haklarını
temin etmek için diplomatik bir çözüm yolunda tüm dünyanın ezici çoğunluğunun
desteğini boşa çıkarmayı garanti altına almak,”[3]
sözleriyle betimlediği Gazze…
Ve örneğin, Netanyahu’nun başbakanlığı ile birlikte Yahudileştirme
faaliyetlerine hız verilen, Filistinli sakinlerin konutlarının zoralıma tabi
tutulduğu, sokakların, meydanların adları değiştirilen, bizatihi İsrail Yurttaşlık
Hakları Derneği (ACRI) raporuna göre, Yahudi yerleşimcileri korumak üzere
istihdam edilen özel milislerin Filistinlileri her an taciz ettiği, şikayete
yeltenenlerin gözaltına alınıp dövüldüğü Doğu Kudüs…
İsrail Araplara kendi topraklarında yaşama “yücegönüllülüğü”nü
gösteriyor, öyle mi?
Öyleyse hemen belirtelim, bu günlerde İsrailli siyasiler bu
“yücegönüllülük”ten, yani toplumun “en altındakiler” olarak yaşattıkları, en
parya işlerde çalıştırdıkları, sürekli olarak temel haklarından yoksun
bırakmakla tehdit ettikleri bu “azınlıklardan” vaz geçerek, İsrail’i tümüyle bir
“Yahudi devleti” ilan etme konusunda çalışıyorlar… Yazar(lar) İsrail
hükümetinin 22 Kasım 2014 tarihinde “İsrail’i Yahudi halkının ulus devleti
olarak tanımlayıp, Yahudi şeriatı Halakha’yı
devletin hukukunun temel kaynakları arasında kabul eden” yasa tasarısını kabul
ettiğinden habersiz mi?
Yukarıda belki ancak binde birini dile getirebildiğimiz vahşetten,
insanlık suçlarından habersizler mi?
O hâlde?
O hâlde “Soykırım Karşıtları Derneği”nin, bütün akrabaları Naziler
tarafından katledilen Amerikalı Yahudi aydın Norman Finkelstein’ın “Holokost
Endüstrisi” diye tanımladığı düzeneğin bir parçası olduğunu ileri sürmemek için
bir neden yok.
“Holokost endüstrisi” ne mi?
Yahudilere yapılanlar, insan olan herkesin malumu. Kimse bunu
inkâr etmiyor. Norman Finkelstein, tabii ki bunu inkâr etmiyor. Ancak, karşı
çıktığı/çıktığımız bir şey var: Holokost
kullanılarak, Yahudi örgütlerinin palazlanmasıyla ABD ve İsrail’in
politikalarının meşrulaştırılması…
Finkelstein’a göre, “Para kazanmak ve ünlü olmak için tek
yapılması gereken, Yahudilerin nasıl ezildiğini yazmak, İsrail’in ve ABD’nin
politikalarını savunmak”! Bu çok kolay bir görev. Herkes yapıyor. Konferans başına on binlerce dolar alanlar,
kitapları raflardan inmeyenler, her televizyon programının baş konuğu olanlar,
şarkıcılar, oyuncular...
ABD, sınırsız desteğiyle, “Holokost Endüstrisi”ni hem İsrail’in
hem de kendi politikalarının meşrulaştırılması için kullanmakta bir an tereddüt
etmiyor. Böylelikle de alan memnun, veren memnun ilişkisi temelinde bir
“stratejik ortaklık” oluşuyor.
Yani “Holokost Endüstrisi”, ABD’nin siyasi ve askerî gücünü sık
sık bir tehdit unsuru olarak kullanarak tüm dünyayı soymak için yollar ararken,
ABD de Yahudilerin çektikleri çileleri istismar ederek, hem kendi vurgunlarını
ve soykırımlarını gizliyor, hem de Ortadoğu’da at oynatmaya devam ediyor.
Finkelstein, ABD’nde Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki kanlı
diktatörler eliyle gerçekleştirilen katliamlar hakkında tek satır yazı
yazılmazken, nasıl olup da Holokost üzerine her gün yüzlerce makale
yayımlandığını sorguluyor.
Çünkü O; “Holokost Endüstrisi”nin, İsrail ve ABD’nin dostu
olanların istedikleri gibi atıp tutarlarken, birazcık itiraz edenin nasıl da
haksız yere damgalandığını, en ufak eleştiride bulunanların hayatlarının nasıl
karartıldığını, deneyimlerinden biliyor…
Finkelstein’ın işaret ettikleriyle “S.O.S. Antisemitizm!” başlıklı
ve ‘Soykırım Karşıtları (?) Derneği’ imzalı açıklama ne kadar da örtüşüyor
değil mi?
“Açıklama”daki, “… ‘Anti-Siyonizm’i
bir madalyon olarak kabul edecek olursak, bir yüzü antisemitizmin ta kendisi
iken, diğer yüzü de Filistin ‘dostluğu’dur. 1960’lı yıllarda ivme kazanan
anti-Yahudi ‘Filistin dostluğu’ Türkiye solunun gözünü bir hayli kör etmiştir.
Burada dostluğun koşulu, İslâmi gericiliğin antisemitizmine mutlak ortak olmak,
her türlü eleştirici yaklaşımdan uzak durmaktır. Beka Vadisine inen her
devrimcin ‘gerilla eğitimi’, eline tutuşturulan silahın hiç itirazsız İsrail’i
hedef almasıyla başlar. Onlarca yıldır
gelenekselleştirilmiş Yahudi düşmanlığı, Türkiye solunun bu güne kadar
sorgulamayı göze alamadığı en temel zaaflarından bir tanesidir. Bu yapısal
antisemit duruşla ciddi bir yüzleşme cesareti göstermeden Türkiye solunun ne
soykırım mağduru halklar meselesine nede genel anlamda ezilen halklar
meselesine tutarlı bir duruş göstermesi mümkün değildir,” (altı açıklamada çizili) laflarına gelince…
Bu yalancılık
ve terbiyesizliğe cevap bile vermeyi uygun görmüyoruz. Kürt atasözüyle, “Ê ne di şer de be şêr e /Kavgada
olmayan aslan kesilir” deyip geçelim!
Ve vurgulayalım: Nazilerin Yahudi halkına uyguladığı soykırımı ve
İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı katliam ve şiddet politikalarını
aynı nefretle lanetleyen, “Nazi Almanyası’nda Yahudi, İsrail’de Filistinli”
olmayı temel değer bilen sosyalistler olarak, mensubu olmaktan onur duyduğumuz
Türkiye devrimci hareketinin Filistin mücadelesiyle dayanışmasına sonuna kadar
sahip çıkıyor ve bildirideki her bir sözcüğü bir kez daha imzalıyoruz.
Ya bizleri “anti-Semit” olmakla eleştiren metnin İsrail muhibi yazar(lar)ının
İsrail devletinin Filistinlilere karşı işlemekte olduğu insanlık suçlarına
karşı en ufak bir eleştirisi var mı?
Yoksa, örneğin Rachel Corrie’nin İsrail tanklarınca parçalanmış
bedeni üzerinden İsrail devletinin “hık deyiciliği”ni üstlenmekten hoşnut(lar)
mı?