24 Nisan 2011 Pazar

ERMENİLER İÇİN HERGÜN 24 NİSAN !





1980'lerin yarılandığı yıllarda İsveç'te yayımlanan Garo Sasuni'nin "Kürt Ulusal Hareketleri, 15. yy'dan günümüze Kürt-Ermeni ilişkileri" kitabını Türkçeye çeviren değerli büyüğüm sayın Bedros Zartaryan'a yaptığım bir ziyaretin hemen akabinde Berlin'de "Haus der Kulturen der Welt" kurumunda organize edilen kültürler arası konfliktüel ilişkilerin konu edildiği 2 günlük bir sempozyuma katılmıştım. Türk, Kürt, Zaza, Çerkes, Arap, Yahudi, Almanlarla dolu konferans salonunda az sayıda Ermeni katılımcılar da bulunmaktaydı.
Konuşmacılardan birinin ERMENİ SOYKIRIMI tanımlaması üzerine çok kısa ama değerli bir sunuda bulunması ertesinde tartışmalara ayrılan bölümde o gün söylediklerimle, bugünkü düşüncelerim siyah-beyaz misali birbirinden farklı olduğundan, o zaman mutlaka üzerinde durulması gerektiğini belirttiğim konu hakkında söylemek istediklerimin esasen ve "ilk elden" muhatabı olan Türk ve Kürt aydınlar, daha doğrusu J.P.Sartre'ın deyimiyle "çağından sorumlu olan entellektüeller' tarafından bilinmesi ve anlaşılmasını istiyorum.
Çeyrek yüzyıl önce Berlin'de, << ... Ermeni tarihi, Ermeni coğrafyası, Ermeni dili, Ermeni kültürü, Ermeni sanatı, şu-bu, vs. denmesinin çok doğal olduğunu anlıyorum da, herkesin niye bilmem Ermeni Soykırımı olarak tanımlamakta olduğu olguyla ilgili anlayamadıklarım>> hakkında ciddi bir polemik yaptığımı hatırlıyorum.
O tartışmada, "Ermeni soykırımı diye bir adlandırma olur mu yahu ? Tüm insanlık nasıl olur böyle bir tanımlamayı yüzlerce dilde 'Ermeni Soykırımı, the Armenian Genocide, Armenische Genozid, le Génocide Arménien, vb. gibi' aynı şekilde kullanabilir aklım ermiyor" anlamındaki düşüncelerim temelinde, bu olgunun istense bile açıklanabilir olma zorluklarını aşamayacağı türünde eleştirel görüşlerimi bildirmiştim.
Gerçek ve doğru anlamıyla "Ermenistan'da yaşayan Ermeni halkına yapılan soykırım veya Ermenilerin maruz bırakıldığı, uğratıldığı soykırım" içerikli bu olgunun hiçbir hal ve durumda, sanki Ermenilere aitmiş, onların sahip olduğu dil, tarih, coğrafya örneğindeki türden birşeymiş gibi 'Ermeni soykırımı' olarak tanımlanmasının çok yanlış olduğunu savunmuş, konunun değişik açılardan analitik tesbit ve yorumlar ışığında mutlaka çok ciddi olarak incelenmesi gerektiğini vurgulamaya çalışmıştım. "Zaman aşımı olmayan soykırım, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul ediliyorsa eğer, bunun Ermenilere ait olan bir tanımlamayla anılma ve tanınması aslında abesle iştigaldir ! Ben Ermeniyim, benim bana ait bir dilim, yazım var, bana ait bir coğrafya, tarih, kültür, sanat, mimari, inanç, kıyafet, müzik, gelenek, görenek ve daha buna benzer sıralayabileceğim epeyi şey, hatta tıpta Ermeni hastalığı olarak adlandırılan kapıldığımız genetik bir hastalığım bile var, var olmasına ama, benim bir soykırımım yok, ben bir soykırımına sahip değilim ve olmak da istemiyorum. Eğer uğratılmış olduğumuz soykırımına ille de bir isim vermek gerekiyorsa, ona Türk ya da Kürt soykırımı demek, öyle tanımlamak çok daha doğru olur" diyerek salonda bulunanlardan çoğunu şoke eden düşüncelerimi iletmiştim.
İfade ettiğim gerçekliğin ilk bakışta şok etkisi yaratan çarpıcılığının dahi düşündürücü olduğu hakkındaki gençlik yıllarımın fikirlerini şimdilerde masum bir tebessümle anımsamakla beraber, çoktandır Berlin'deki panel sırasında arzettiğim düşüncede olmayışımı, soykırımın acı etkilerini gözlemlediğim reel hayattan öğrendiğim gerçeklere borçlu olduğumu da itiraf etmek
istiyorum.
Zamanında 'Ermeninin bir soykırımı olamaz, soykırım bize ait değil' derken çok yanılmışım, artık ve neredeyse sadece "soykırım bizim ya da bizim soykırım" demek zorunda kalışımın reddedilmez yüzlerce nedenleri var. Soykırım yüzünden, o zamana kadar benim olan, bana ait olmuş ve bilinmez zamanlardan beri ne zor koşullarda ve her ne pahasına olursa olsun koruyup saklamaya çalıştığımız değerleri kaybettiğimiz, yani onların artık bizim olmadığı bilinmeyen bir sır mı ? Onları hergün yitiriyor ve yok oluşlarının acısını da her gün yüreklerimize gömmek zorunda kalmıyor muyuz ? Ermenilere ait olan dilin, yazının, coğrafyanın, tarihin, kültürün, sanatın, mimarinin, inancın, kıyafet, müzik, gelenek, göreneklerin ve daha buna benzer sıralayabileceğim epeyi değerin artık "nesli tükenen bir uygarlık cinsi-cibiliyetinin" sanki tatlı hatıraları gibi bir şeye dönüşmesinin, yok oluş evrelerinden pek tehlikeli dönemlerinin şahidi olmakla geçmiyor mu her günümüz ?
Her geçen gün, bizim kayıplar hanesine bir kayıp daha eklediğinden bizler her geçen gün biraz daha ölmüyor muyuz ? Bizi soykırıma uğratanlar "on yılda onbeş milyon genç, yaratırız her baştan" marşlarıyla bir yüzyıla yakın zaman zarfında bizlerden gasbedilen zengin topraklarımızda sürekli çoğalır da çoğalırken, biz giderek azalmıyor muyuz ?

Dilimiz yok oluyor, kültürümüz, sanatımız, her şeyimiz, atalarımızın yaratmış olduğu ve hep bizim olmuş, her ama her değeri yitiriyoruz. İnsan bu değerleri olmadan nasıl var olmayı becerebilir ki ? Ermenistan dışında tüm dünyada Ermenice ilköğretim kurumlarında Ermenice anadil eğitimi alan 6 ila 12 yaş arası Ermeni çocukların sayısı, sadece 30 bin ! Yeryüzünde kendini Ermeni olarak tanımlayan10 milyonluk nüfus üzerinden bu oranın hesabını yapmayı denemek bile abes geliyor bana ve bu sayı da her yıl daha da azalıyor, vs. vs. vs...
Öyleki Talat'ların alçak ve hain planı halen tüm yok ediciliğiyle işliyor gördüğünüz gibi ! Kanlı soykırım, beyaz soykırıma dönüşmüş sadece ve bal gibi de yok oluyoruz işte, soyumuz bugün de kırılıyor, bitip tükeniyor. Yani, biz Ermeniler için her gün 24 nisan, çünkü biz her gün ölüme yürüyoruz ! Soykırım olmasaydı eğer, bugün herhalde kendi ülkemizde bir sokak üzerinde ya da en fazla aynı mahallede oturacağımızı düşündüğüm sevdiklerimi, son bir kez göremeden dünyadan göçüp giden babamla, onun göremediğim mezarını, henüz hayatta olan yaşlı anamı, bacılarımı, kardeşimi ve yeğenlerimi, yani en yakın akrabalarımı görebilmek için 3 kıtada 5 ülke ve 18.900 km. yol kat etmeye ihtiyacım olduğunu hesap edecek kadar vaktimin olduğu mahpusane hücremde, böyle bir durumu benim hiç de yükümlenmek zorunda olmadığım bir zorlama yüzünden, yani bizi soykırıma uğratanların bir dayatması olarak gördüğümden de, işlenen suçun onların sorumluluğunda olduğunu düşünmekten kendimi bir türlü alamıyor, bu facianın sorumlularını çok istesem bile affedemiyorum!...
Söz sorumluluğa gelip dayanınca da, bu işin muhataplarına bakışlarımızı çevirip, "bu halimiz ne olacak peki ?" türünden aklımızdan, yüreğimizden hiçbir zaman çıkmayanı yüksek sesle düşünmeyi denemeye kalkınca, "T.C." devletinin satılık sözcülerinin yüzyıllık yalanlarını sürdürmesine paralel olarak, yakın bir dostumun pek hoşuma giden deyimiyle 'dersaadet aydınlarının' da bu inkâr kervanına başka bir metodla katılmalarını görünce, inanın dilim tutuluyor. Onlar, kendilerine uygun gördükleri bu yöntemle, hiç utanıp arlanmadan bize, yani o iğrenç soykırımın mağdurlarının
gözlerinin içine bakıp "toplumlarımız çok cahil, kimsenin Ermenilere yapılan soykırımından haberi yok. Devlet, gerçeği kendi vatandaşlarından bir sır gibi saklamış, yeni nesle doğruların anlatılması, öğretilmesi için uzun yıllar ve ciddi çabalar gerekiyor, zamana ihtiyaç var" türü teraneler anlatıyor, hatta kimileri sanki kendi cehaletlerinin sorumlusu bizmişiz gibi anlamsız çıkışmalara bile yeltenme maneviyatsızlığında bulunuyorlar. Her soydan ve boydan bu herifçioğulları, Ermeni'nin toprağına çömezlenmiş, onun evinde oturuyor, hâlâ bağında-bahçesinde dikilen nimetlerin tadına bakıp, yetiştirdiğini yiyor, kendilerine ait olmayan sayılması dahi imkânsız zenginliklerinden 96 sene, 365 gün, 12 ay, 24 saat boyunca istifade ediyor oldukları halde, bu topraklarda bizim yerlerimizde yaşamakta olan milyonlarca Türk ve Kürdün Ermenilere yapılan soykırımından -her nedense- hiç haberi olmuyor!
Olmaz tabii, olur mu hiç, hem niye olsun ki ? Şairimiz Yeğişe Çarents'in deyimiyle 'Kahpe İstanbul'un' divan edebiyatı sevdalı dersaadet aydınlarından birçoğuna, özellikle de 'düşünmenin taraf olduğu' iddiasında olanlardan kimilerine göre, kendi deyimleriyle "kara cahil toplumlarının olan-bitenlerden haberleri olmuyor, olmayabiliyor" vesselam ! Eee... bu mantıkla tabii olandan haberi olmayanın olanlardan nasıl sorumluluğu olsun ki, şu Ermeniler de acaip insanlar alimallah... "olmayan yerde sorumlu arıyorlar" boşu boşuna, garip değil mi ? ERMENİLER İÇİN HERGÜN 24 NİSAN ! 24 nisan ulusumuzun vicdanına zincir vurulan, entellektüellerimizin ölüme götürülmek üzere tutuklandığı gün olduğundan, o gün yas tutuyoruz. Ancak biz, aynı o gün olduğu gibi şimdi de, hem de hergün ölüme yürüyen bir ulusun evlatları olmamızı sürdürüyoruz... yani bize karşı uygulanmış soykırım
geçmişe ait bir suç değil, o katastrof şimdi de devam ediyor. Eğer söylediğimin aksini iddia eden varsa beri gelsin de ona yaşamamız için ne yapılması gerektiği, daha doğrusu kendilerinin ne yapması konusunda bilgiler ileteyim. 1915'e kadar doğamda hiç olmayan kamburumdan kurtulabilmem için, beni onu taşımaya zorlayanlara ihtiyaç duymam belki de kaderin bir cilvesi ama, bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğu da "kendini cahil yerine koymayı denemeyi yeğleyenlerce" anlaşılmalı artık ! Benim yok olmama katılanlarla onların torunlarının aynı Türkler ve Kürtler olduğu ve tarihin onlara şimdi de kurtarıcılarımız olma gibi bir şansı kullanma fırsatı sunduğu bilinmelidir. Ben, yadsınmaz bu gerçeğin toplumsal bilince ulaşmasının becerilmesi sayesinde ancak, Ermenilerin takvim yaprağında ulusal yas günü olarak var olan sayfayı çevirip 25 nisanın ilk ışıklarını insanca karşılama sevincini
layıkıyla yaşayabileceklerine inananlardanım !
Bu ise, Der-Zor kâbusu dışında bir şeyi olmayan Ermenilerin, yapılmayan NÜRNBERG'inin becerilmesi sayesinde, susadığı adalet suyunu doya doya içme gereksiniminin toplumsal bilince ulaştırılmasının sağlanmasıyla başarılabilir. 1915 Soykırımının feci etkileri yok edilmeye çalışılmadan, Ermenilerin hiç kapanmayan yaralarının sarılması için ciddi adımlar atılmadan, Türklerle Kürtlerin ayaklarına takılı kalın, paslı prangalardan daha beter olduğunu sandığım, vicdanlarına oturmuş dayanılmaz ağırlıkta manevi bir yükün varlığı, o halkların ileriye doğru adım atmalarını da imkânsız kılmaktadır.
Bu gerçeği anlayıp da bilenlerin bilmeyenlere anlatması, ben insanım diyebilmenin de kıstası olarak algılanmalıdır artık ! Güney Afrika Cumhuriyeti'nde ırkçı Apartheid rejimine karşı verdiği mücadele nedeniyle 1984 Nobel Barış Ödülüne layık görülen Desmond TUTU siyah ırkdaşlarına yönelik bir konuşmasında, "Beyazlara iyi davranın, insanlıklarını yeniden bulmak için size ihtiyaçları var" der. Bir Ermeni olarak, O büyük hümaniste duyduğum saygı gereği, bize ihtiyacı olan kendi beyazlarımıza onun sözlerini duyurmayı seve seve üstleniyor, kendi payıma düşen vicdani bu görevi bugün yerine getiriyorum.
Sarkis HATSPANIAN

"Vardaşen" mahpusanesi,

24.nisan.2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

ACİL EYLEM ÇAĞRISI!

SEYREDEN AĞLAMASIN!
Değerli Siyasiler, Aydınlar, Kültür ve Sanat İnsanları
Sizlerin de bildiği üzere, İran İslam Cumhuriyeti geçen yıl 211 kişiyi ölüm cezasına mahkum etti.
Bu 211 kişiden 59’u için söz konusu ceza kaldırıldı. Ama 132 kişi hâlâ ölüm cezası tehdidi ile karşı karşıya.
İran cezaevlerinde ölümü bekleyen o 132 kişiden biri de ŞERKO MOAREFİ’dir.
ŞERKO MOAREFİ 2008 yılında “Devlet güvenliğine yönelik eylemler” ve “Allah düşmanlığı” yaptığı suçlamalarıyla tutuklanıp, ölüm cezasına mahkum edildi.
MOAREFİ 1 Mayıs günü asılarak öldürülecek.
MOAREFİ, İran devletinin asacağı ilk Kürt değil. Ve son Kürt de olmayacak, eğer bizler bir şeyler yapmazsak.
Siz Kürt siyasetinin, fikir-sanat ve kültür dünyasının saygın isimlerine, bu cinayeti engellemek için harekete geçme çağrısında bulunuyoruz.
Çağrımızın somut olması gerektiğine inandığımız için, şunu öneriyoruz:
Kürt partilerinin, fikir-sanat-kültür kurumlarının ve aydınlarının katılımı ile oluşturulacak bir heyet, ŞERKO MOAREFİ’nin ve diğer mahkumların idam edilecek olmasını, Kuzey Kürdistan halkının kabul etmediğini bildirmek üzere, Türkiye’deki İran Büyükelçiliği’ne gitmelidir.
Elçiliğin, heyetle görüşmeyi kabul edip etmemesinin önemi bulunmuyor kanısındayız. Önerdiğimiz bu girişim öncelikle Kürtleri ve sonra idam cezasına karşı olduklarını söyleyen kesimleri seyirci konumundan çıkartacak bir etkiye sahip olabilir. Buna kuvvetle inanıyoruz.
ŞERKO MOAREFİ’ye ve diğer Kürt çocuklarına yönelik idam tehdidini bertaraf etmeye çalışmak, vicdan sahibi herkesin görevi olmalıdır inancındayız. Ayrıca bu vesile ile, hakkında çokca konuşup, yazdığımız “Ulusal Birlik” için de somut bir adım atılmış olur.
Eğer bugün ŞERKO MOAREFİ için harekete geçmezsek, yarın onun ardından ağıt yakmanın, gözyaşı dökmenin bir anlamı olmayacak.

Destek için imza kampanyası adresi:

http://www.gopetition.com/petition/32085.html

29 Mart 2011 Salı

DAYANIŞMA VE İMZA ÇAĞRISI

Değerli Dostlar,

Pek çoğunuzla, 21 Eylül 2010 tarihinde, “Devrimci Karagah” örgütü üyesi oldukları suçlamasıyla sabaha karşı evleri basılıp gözaltına alınan ve hemen ardından tutuklanarak cezaevine konulan, aralarında Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı Rıdvan Turan ve SDP yöneticilerinin, Toplumsal Özgürlük Platformu sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu’nun ve TÖP üyelerinin, Bilim ve Gelecek ve Red dergisi editörlerinin bulunduğu 14 arkadaşımızla dayanışmayı yükseltmek üzere daha önce temasa geçmiştik.

Bu dayanışmayı esirgemediniz. İmzalarınız, destek mesajlarınız, katıldığınız protesto gösterileri, AKP hükümetinin devrimcileri, sosyalistleri kriminalize etme girişimlerine set çekme konusundaki ortak kararlılığımızın ifadesi oldu.

Şimdi bir kez daha çalıyoruz kapınızı.

İstanbul C. Savcısı Kadir Altınışık’ın hazırladığı iddianame, terör örgütü üyeliği suçlamasına tek bir somut delil gösteremeyerek ve demokratik siyasal faaliyetleri ve protesto hakkını “suç”muş gibi nitelendirerek bu davanın baştan sona bir siyasi komplo olduğu kanıtladı.

Şimdi sizleri 13 ve 15 Nisan 2011 günleri İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek olan ilk duruşmada dayanışmanızı fiilen göstermek üzere Beşiktaş Adliye binası önünde bulunmaya ve/veya imzanızla aşağıdaki dayanışma metnine destek vermeye çağırıyoruz.

Dostlukla,

Ankara Aydın ve Sanatçılar Girişimi, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi



İMZA METNİ

Biz aşağıda imzası bulunanlar, “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklanan Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı ve yöneticileri, Toplumsal Özgürlük Platformu sözcüleri ve Bilim ve Gelecek ile Red dergilerinin editörleri hakkında açılan davanın, AKP iktidarının sosyalist düşünce ve eylemi kriminalize etme yolunda bir başka girişimi olduğu bilinciyle, bu “tezgah”a geçit vermeyeceğimizi ilan ediyoruz.

SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, Toplumsal Özgürlük Platformu sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu ve diğer dostlarımıza yönelik bu “kara oyun”un hedef tahtasına gerçekte hepimizin yerleştirildiğini, bu davanın AKP’nin sosyalist muhalefeti bastırma ve sindirme yolundaki girişimlerinde bir başka merhaleyi temsil ettiğini biliyoruz.

Bu “oyun”u bozmak üzere 13 ve 15 Nisan günleri, Beşiktaş Adliyesi’nin önünde olacak, yargılanan dostlarımızla dayanışmamızı haykıracağız.

Aklımız ve yüreğimiz, “Onlarla”, “Onlar”ın yanında…

Fikret Başkaya
Ahmet Telli
Temel Demirer
Atilla Kaya
Mehmet Özer
Mahmut Konuk
Sibel Özbudun
Sait Çetinoğlu
İsmail Beşikçi
Akın Birdal
Adalet Kaya
Necati Abay
Oktay Etiman
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma platformu
Sokak Sanatçıları Derneği
Recep Maraşlı
Attila Tuygan
Ragıp Zarakolu
Haluk Gerger
Doğan Özgüden
İnciTuğsavul
Emine Bora
Engin Karabudak
Semra Somersan
Hasan Gürelliler
Tacim Çiçek
Hacı Cırık
Hasan Oğuz
Hamza Yalçın
Kerem Cantekin
Serpil İnanç
Ertan İlden
Deniz Faruk Zeren
Bilal Kayabay
Hulusi Zeybel
Adil Okay
Murat Kuseyri
Nevzat Süer Sezgin
Özkan Mert
Yaprak Zinioğlu
Memik Horuz
Veli Büyükşahin
Şükriye Ercan
Mehmed S. Kaya
İrfan Açıkgöz
Nida Öz
Yavuz Önen
Erdal Yıldırım
İlyas Emir
Güney Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi
Nisan Kuyucu
Hıdır Ali Bingöl
Evun Sevgi Okumuş
Erol Kızılelma
Nermin Solcum
İbrahim Ayberk
Ertuğ Solcum
Kerim İşbilir
Deniz Karakaş
Salih Aydemir
Neslihan Tezel
A.Hicri İzgören
Aydın Bodur
Aziz Kemal Hızıroğlu
Mehmet Yücel
Sarphan Uzunoğlu
Nihat Saltaş
Latife Fegan
Yaşar Küçükaslan
Mehmet Deniz
Antakya Demokratik Kültür - Sanat Derneği
Ebru Uzdil
Engin Erkiner
Ahmet Uluçelebi
Serdar Değirmencioğlu
İsmail Aydın
Ali Arayıcı
Bilge Contepe
Hüseyin Güngör
Tahsin Yeşildere
Ayşe Cengiz
Ali Barış Kurt
Emine Çiftçi
Ender Helvacıoğlu
Ayla Yıldırım
Hekim Coşkun
Hüseyin Gevher
İbrahim Akyol
Kürşat Bafra
İbrahim özkurt
Şamil Altan
İkbal Kaynar
Varlık Özmenek
Sinan Oza
Metin Fındıkçı
Resat Cosar
Deniz Atik
Clara Atik
Cagin Atik
Evrim Atik
Nuriye Oguz
Gulizar Dag
Cem Duman
Ayşe Batumlu
Aykan Erden
Kronik Muhalif internet sitesi




Destek için İmza Formu İmza Listesi


13-15 NİSAN’DA ORADAYIZ… İSTANBUL’DA… BEŞİKTAŞ ADLİYESİNDE !..

“İşkenceye sıfır tolerans”,
“Darbecilerle hesaplaşıyoruz”,
“Düşünceye özgürlük”,
“Çağ atlıyoruz”,
“Bizde basın özgürlüğü Amerika’dan fazla”,
“Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü”,
“İleri demokrasiye geçiyoruz”,
“Bizim dönemimizde faili meçhul cinayet yok” !...
Retorik böyle !..
Mısır’da, Tunus’ta, İran’da, Irak’ta, Libya’da… sokağa dökülen insanlar için; “demokratik haklarını kullanıyorlar, saygı gösterin, önünü açın…” diyorlar.
Uygulamada, hayatın canlı pratiğinde ise:
İşkence de, faili meçhul (!) cinayetler de –inceltilmiş de olsa- devam ediyor.
“Darbecilerle hesaplaşma” görüntüsü altında bütün muhalifler hedef tahtasında.
“Düşünce suçu” denince ilk akla gelen İsmail BEŞİKÇİ’ye yeniden hapishane yolu görünüyor, Temel DEMİRER’in yargılanması devam ediyor, Nevin BERKTAŞ yattığı hücreleri yazdığı için hapiste, üstelik aynı suçtan ikinci kez, üstelik Devlet’ten 5 yıl 7 ay hapis alacaklısı iken… Pınar SAĞ savunma yaparken cezası kesiliyor. Evlerinde, işyerlerinde yapılan aramalarda bir tek çakı bıçağı dahi bulunmayan ikibini aşkın Kürt siyasetçi, Belediye Başkanı, Parti Meclisi Üyesi, İnsan Hakları Savunucuları, Sendikacılar… “KCK Davası” adı altında iki yıldan fazla bir süredir; “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklu olarak yargılanıyor, anadilleriyle savunma yapma talepleri; “Bilinmeyen bir dil” ya da “Kürtçe olduğu tahmin edilen bir dil” nitelemesiyle reddedilip kilitlenmiş durumda..
Ermeni olduğu ve Devletin “tabu”larını yıktığı için taammüden işlenen bir Devlet cinayetiyle katledilen Hrant DİNK cinayeti üzerinden geçen 4 yılda cinayetteki rolleri nedeniyle isimleri ayyuka çıkan birtek Devlet Görevlisi bile mahkemeye çıkarılabilmiş değil. Dink Ailesi,Avukatları ve Dostları duruşma salonlarında pervasızca hakaret ve tehditlere maruz kalıyor.
Basılmamış kitaba toplatma, nüshasını bulunduranlara; “terör örgütü üyeliğinden tutuklama” tehdidi…
Azadiya Welat Gazetesi Eski Yazı İşleri Müdürü Vedat KURŞUN’a 166 yıl 6 ay hapis cezası, ardından gelen Bedri ANIL için 52 yıl ceza talebi, Gazeteci Suzan ZENGİN’in tutuklu yargılanması ikinci yılını dolduracak, Kaldıraç Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ülkü GÜNDOĞDU DİLMEÇ’in cezası yeni kesildi.
Ahmet ŞIK ve Nedim ŞENER için; “kitapları nedeniyle değil..” açıklamalarına karşın kitapları dışında onlara sorulan tek soru olmaksızın tutuklandılar.
Devrimci Sosyalist Basını; Kızıl Bayrak’ı, Odak’ı, Atılım’ı, İşçi-Köylü’yü, Devrimci Demokrasi’yi, Yürüyüş’ü, Alınteri’yi, Devrimci Proletarya’yı… saymıyoruz bile. Onlar bu ülkenin “Kunta-Kinte”leri.. Yıllardır sürekli büroları basılıp tarumar edilerek derdest ediliyorlar. Her birinden üçer-beşer kişi hapiste…
…Ve yoksulluk diz boyu,
…Ve yolsuzluk… Boğazına kadar…
…Ve Kürt Coğrafyasında, dağların kuytuluk boğazlarından, karakolların bahçesinden, asit kuyularından, Newala Qesaba’dan… insan kemikleri fışkırıyor, toplu mezarlar insanlığın suratına bir şamar gibi çarpıyor…
Bütün bunlara karşı yürüyen, sokağa çıkan işçilere, emekçilere, ezilenlere, yoksullara, baldırı çıplaklara, öğrencilere, “çözüm” çadırlarında serhildanlar yaratan Kürt halkına coplarla, dipçik darbeleriyle, panzerlerle, tazyikli sularla, gaz bombalarıyla, plastik mermilerle vb. azgınca, acımasızca saldırılıyor…
Bu; “ileri demokrasi”, bu; -herhalde- Yeni Orta “çağ(a) atlama” hamlelerinden biri de SDP, SP, ve TÖP yöneticilerine, Bilim ve Gelecek Dergisi ile RED Dergisi Yazar ve Editörlerine yönelik 21 Eylûl Komplosu. En hayasızca olanı ise Enternasyonalist Devrimcilerin, Sosyalistlerin işkenceci Polis Şefleriyle, Ergenekoncu’larla aynı kareye sokulmak istenmesi…
Bu komplo sonucu tutuklanan Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanı Rıdvan TURAN ve Parti Yöneticilerinin, Toplumsal Özgürlük Platformu Sözcüsü Oğuzhan KAYSERİLİOĞLU’nun, Bilim ve Gelecek Dergisi ile RED Dergisi Yazar ve Editörlerinin yargılandığı davanın ilk duruşması 13-15 Nisan 2011 tarihlerinde İstanbul’da, Beşiktaş adliyesinde görülecektir.
Biz bu “ileri demokrasi” hamlesini, bu “üstün hukuku” yerinde izlemek için 13-15 Nisan 2011 tarihlerinde Orada; İstanbul’da, Beşiktaş Adliyesi önünde olacağız.

ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ

8 Mart 2011 Salı

Hodri Meydan'ın Cezası 3 yıl 4 ay:

Sevan Nişanyan'a hapis cezası yağıyor



Selçuk 8 Mart 2011, 14:00



Selçuk’un Şirince köyündeki izinsiz köyevi inşaatlarıyla gündeme gelen yazar ve dilbilimci Sevan Nişanyan Selçuk Asliye Ceza Mahkemesinde görülen iki ayrı kaçak inşaat davasında toplam 3 yıl 4 ay hapis cezasına hüküm giydi. Nişanyan’ın daha önce benzeri davalardan aldığı toplam 13,5 yıl hapis cezası halen temyiz aşamasında bekliyor.



Bugün tebliğ edilen mahkûmiyet kararlarından ilki Nişanyan’ın İlyastepe Çiftliği arazisi içinde izinsiz olarak yaptığı 2 odalı yığma taş yapılı kendi oturduğu evi, ikincisi ise Nişanyan’ın yine aynı arazi içinde inşa ettiği Hodri Meydan Kulesi için verildi. Hodri Meydan Kulesi’nin adını Nişanyan iki gün önce basına duyurduğu bir kararla “Göçmen Kuşları ve Yaban Hayatı İzleme ve Gözlemleme Kulesi” olarak değiştirmişti.



İki suçtan 4 yıl hapis cezasına karar veren mahkeme, sanığın iyi halinden dolayı bu cezayı indirerek toplam 3 yıl 4 ay hapis cezasına hükmetti. Sanığa ayrıca 160 TL adli para cezası ile birlikte kamu görevinden men; seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasi haklardan mahrumiyet; vakıf, sendika, dernek, şirket, kooperatif ve siyasi parti yöneticiliğinden yasaklanma ve bir kamu kurmunun veya meslek kuruluşunun iznine tabi meslek veya sanatlardan birini icra edememe cezası verildi.



Mahkûmiyet kararları hakkında görüşü sorulan Sevan Nişanyan, “oyalanıyor çocuklar, ne yapsın” diyerek konuştu. Nişanyan kararı veren hakimi kalben affettiğini vurguladı.



Nişanyan iki hafta önce de Selçuk Sulh Ceza Mahkemesi tarafından Şirince Köyü Kayser Kayası mevkiinde kayadan oyduğu mezar anıtı için 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

5 Mart 2011 Cumartesi

Entelektüel vicdanımıza 1yıl üç ay hapis cezası verildi

Entelektüel vicdanımıza destek için:
http://www.ismailbesikciyedestek.com

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi‘nde ‘‘Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler‘‘ başlıklı yazı nedeniyle terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan İsmail Beşikçi ve derginin yazı işleri müdürü Zeycan Balcı Şimşek‘in yargılandığı dava karara bağlandı.

İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Beşikçi ve Balcı hazır bulundu. Duruşmada Beşikçi‘yi, aralarında Eşber Yağmurdereli‘nin de bulunduğu 41 avukat savundu.

Duruşmada son sözü sorulan Beşikçi, "Dava konusu yazımda bir suç unsuru olduğunu düşünmüyorum. Beraatimi talep ediyorum" dedi. Duruşmada son sözü sorulan Zeynep Balcı Şimşek de beraatini talep etti.

Davayı karara bağlayan mahkeme, İsmail Beşikçi‘yi terör örgütü propagandası yapmak suçundan 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırdı. Zeycan Balcı Şimşek ise 16 bin 660 TL para cezasına çarptırdı.

Oy çokluğu ile verilen karara şerh koyan Mahkeme Başkanı Şeref Akçay, sanıklardan İsmail Beşikçi‘nin Türkiye ve dünyada tanınan bir bilim adamı olup, diğer sanık Zeycan Balcı Şimşek‘in de hukukçuluk sıfatının yanında dergini yazı işleri müdürü olduğunu ifade ederek derginin belli bir kısma hitap ettiğini belirtti. Akçay, "Yazı bir bütün olarak incelendiğinde yasadışı silahlı bölücü terör örgütü PKK‘nın yaptığı eylemlerden bahsedilmekte ve bu örgütün övüldüğüne ilişkin herhangi bir şey yoktur.

Anayasamızın 25. maddesine göre herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Yazıda gerilla kelimesinin ve Q harfinin kullanılması atılı suç unsurlarını oluşturmayacağını düşündüğümden sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum" dedi.

Duruşmanın ardından basın mensuplarına açıklama yapan Beşikçi, "Düşünce özgürlüğü çok önemli bir konudur Türkiye‘nin siyasal hayatında. Resmi ideoloji özgür düşüncenin önünde önemli bir engeldir. Bu engelin yani resmi ideolojinin bilimin kavramlarıyla eleştirilmesi gerekir. Eleştirildiği zamanda bazen böyle cezalar söz konusu olabiliyor. Resmi ideolojinin bugün en önemli sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunun da daha demokratik bir tutum benimsenmesi gerekiyor. Devletin hükümetin daha demokratik bir tutum benimsemesi gerekiyor. Resmi ideoloji kurumuyla bilimin sanatın ilerlemesi mümkün değildir. Karar sürpriz değil" diye konuştu

İsmail Beşikçi'nin Çağımızda Hukuk ve Toplum’ dergisinde yeralan "Dava" Konusu Yazısı:

Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler


Kürt sorunu veya Kürdistan sorunu Türkiye'nin en önemli sorunudur. Türkiye'de, iç politikayı, dış politikayı ve ekonomik ilişkileri belirleyen en önemli sorun Kürt sorunudur.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2009 yaz aylarında, çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda, Kürt sorununun, Türkiye'nin en önemli sorunu olduğunu, öbür sorunlarla layıkıyle ilgilenebilmek için, öncelikle Kürt sorununu çözüm yoluna konulması gerektiğini vurgulamıştır.
Bugün, Türkiye'de, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, önceki hükümetlerden farklı olarak, Kürt sorununa daha yakın, daha ciddi ilgi gösterdiği görülmektedir. Kürt açılımı veya demokratik açılım adı altında bir plan-proje geliştirilmeye çalışılmaktadır. Hükümetin Kürt sorununu çözmek için çaba harcadığı gözlenmektedir.

Kürt sorunun veya Kürdistan sorunu dediğimiz bu sorunun tarihsel geçmişine bakmak önemli olmaktadır. Bu konuda şunlar söylenebilir.

Kürtlerin Kendi Geleceklerini Belirleme Girişimleri Silahla Bastırılıyor

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, savaşta galip gelen devletler, İngiltere, Fransa ve İtalya, yenilen devletlerin, yani Alman İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgelerini paylaşmak için çok büyük bir çaba gösterdiler. 1919 Ocak'ında başlayan Paris Kongresi'nde ve Paris Kongresi kararları uyarınca kurulan Milletler Cemiyeti döneminde, üzerinde durulan önemli konulardan biri buydu. Osmanlı İmparatorluğu'ndan ve Alman İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerinde manda yönetimleri kurulması, Milletler Cemiyeti'nin önemli bir kararıydı. Manda özel bir yönetim biçimi olmasına rağmen, bir çeşit sömürge olarak değerlendirilebilir.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerinde A Tipi mandalar kuruldu. B Tipi mandalar, Alman İmparatorluğu'nun, Güneybatı Afrika'daki sömürgelerinin paylaşımını içeriyordu. C Tipi mandalar ise, yine Alman İmparatorluğu'nun, Güneybatı Asya'daki sömürgelerinin paylaşımıyla ortaya çıktı.

A Tipi mandalar çerçevesinde, Büyük Britanya'ya bağlı olarak Irak, Ürdün, Filistin mandaları kuruldu. Fransa'ya bağlı olarak ise, Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar, savaştan galip çıkan Büyük Britanya ve Fransa arasında paylaşılmış oldu.

Bu süreçte bizi ilgilendiren temel soru şudur: Milletler Cemiyeti çerçevesinde uluslar arası ilişkiler yeniden kurulurken, uluslararası barışı gerçekleştirmek için yoğun bir çaba harcanırken, Kürt istekleri neden karşılanmadı? O zamanlar, Güney Kürdistan'da Şeyh Mahmut Berzenci, Kürdistan Krallığı için mücadele ediyordu. Büyük Britanya'dan, kendisini Kürdistan Kralı olarak tanımasını istiyordu. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan'ı, sömürge bir Kürdistan'ı (manda) bile kabul etmediler. Büyük Britanya'ya veya Fransa'ya bağlı bir Manda Kürdistan düşünülmedi. Kürtler ve Kürdistan bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Bu, şüphesiz Kürtlerin iradesine rağmen, zor kullanılarak gerçekleştirildi. Çünkü Kürtler, Büyük Britanya ile, bağımsız Kürdistan krallığı konusunda savaşıyordu. Kürt isteklerini kabul etmeyen Büyük Britanya ile Kürtler arasında savaş vardı.

Milletler Cemiyeti'nin, 1920'lerde, Ortadoğu'da gerçekleştirdiği en büyük operasyon, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Ortadoğu'nun ortasındaki Kürdistan'ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, emperyal devletlerin, en büyük, en kapsamlı, en kalıcı operasyonudur. Emperyal devletler, bu operasyonu, şüphesiz, bölgedeki Türk, Arap, Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir.

Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürtler üzerinde çok ağır etkiler yaratmıştır. Bu, bir insanın, iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir durumdur.

O zaman, şunlar temel sorular olmalıdır. Kürtlere sistematik olarak uygulanan bu politikanın nedenleri nelerdir? Bu politika nasıl oluşturuldu? Bu politikayı oluşturma ne gibi aşamalardan geçmiştir? Bu politika nasıl uygulandı, nasıl yaşama geçirildi? Bu ilişkiler ağında, bu operasyon sürecinde taraflar kimlerdir? Bu politikaya ve bu politikanın uygulanmasına karşı Kürtlerin tutumu ne olmuştur? Bütün bu sorulara bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla cevaplar aramak gerekir.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Araplar da bölünmüştür. Ama, Araplar, ayrı ayrı bağımsız devletler veya manda devletler olarak organize edilmişlerdir. Kürtler ise yeni kurulan manda devletler (sömürge devletler) arasında yani Büyük Britanya'ya bağlı Irak, Fransa'ya bağlı Suriye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu'nun devamı olan İran Şahlığı arasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaştırılmıştır.

1920'lerde, bu ilişkilerin taraflarından birini, Kürtler oluşturmaktadır. Karşı tarafta ise, Irak mandasını kendisine bağlayan Büyük Britanya, Suriye mandasını kendisine bağlayan Fransa, Türkiye Cumhuriyeti ve İran Şahlığı vardır. Bu dört güç yani dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, Ortadoğu'nun iki güçlü devleti Türkiye Cumhuriyeti ve İran Şahlığı, aralarında bazı çelişkiler olsa da, Kürtler karşısında bir bütün olarak hareket etmektedir. Kürt karşıtı bir tutum içinde hareket etmektedir.

Bu ilişkiler ağında Sovyetler Birliği'nin tutumuna da bakmak gerekir. Sovyetler Birliği 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını en çok konuşan bir devlettir. Buna rağmen, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, Kürtlerin iradesine rağmen bölünmesine, parçalanmasına ve paylaşılmasına sessiz kalmıştır. Moskova da, Londra gibi, Paris gibi anti-Kürt bir siyaset izlemektedir. İlişkiler ağında bu durumun vurgulanması da gerekmektedir. Sovyetler Birliği'nin, neden bu temel ilkeler doğrultusunda hareket etmediği de incelenmesi gereken bir durumdur.

Neden Irak gibi, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi bir Kürdistan kurulmadı şeklinde bir soru sorulduğu zaman, “iyi ama, Kürtlerde, şeyhlik gibi, aşiret gibi feodal kurumlar var, bu kurumlarla nasıl devlet olunur?” diyorlar. Bu hiç anlamlı ve tatmin edici bir cevap değildir.
1920'leri düşünelim. Araplar da şeyhlik gibi, aşiret gibi, prenslik gibi kurumlar yok muydu? Bu kurumlar, Araplar'da bugün bile var. Bugün Basra Körfezi'nden Fas'a kadar 22 bağımsız Arap devleti var. Arap Birliği'nin 22 üyesi var. Filistin Arap Devleti'yle bu sayı 23 e çıkacak. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa'nın, anti-Kürt tavırları, Türk, Arap ve Fars istekleri bölünmede, parçalanmada ve paylaşılmada etken olmuştur. Anti-Kürt tavırların neler olduğu, Türk, Arap ve Fars istekleri elbette incelenmesi gerekli olan bir konudur.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi hakkını ABD Başkanı W. Wilson da dile getirmektedir. ABD Başkanı Wilson tarafından öne sürülen 14 Nokta'nın, 12. si, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerindeki halkların, bağımsız yaşamalarıyla ilgilidir. Bu ilkelere rağmen, Kürdistan ve Kürtler, 1920'lerde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürtlerin ve Kürdistan'ın hiçbir statüsünün olmaması, vurgulanması gereken çok önemli bir durumdur. Sömürge, bir statüdür. “Büyük Britanya'nın sömürgesi Hindistan”, “Fransa'nın sömürgesi Cezayir”, “Portekiz'in sömürgesi Mozambik” vs. denir. Sömürgenin bir kişiliği vardır. Her şeyden önce sömürgenin sınırları vardır. Aslında, sömürge bir devlet vardır. Sınırları belli sömürge bir devlet… Bu devletin sınırlarını emperyal devlet, sömürgeci devlet tanımaktadır. Bunu uluslar arası nizam da tanımaktadır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1960'larda, Afrika'daki sömürgeler, 1885 de çizilen sınırlarla bağımsızlık kazanmışlardır. Bu sınırlar içinde farklı bir halkın yaşadığı, İngiliz, Fransız, Portekizli olmayan bir halkın yaşadığı sömürgeci devlet tarafından, metropol veya devlet tarafından da kabul edilmektedir. Kürdistan'daysa bu özelliklerin hiçbiri yoktur. Sınır falan söz konusu değildir. Kürt kişiliği, Kürdistan kişiliği tanınmamaktadır. Kürdistan sömürge bile değildir. Bu çok açık. Bu özellikleriyle, ikinci bir örneğe, dünyada rastlamak mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, kendi geleceğini belirleyemeyen tek halk Kürt halkı olmuştur. İmparatorluk içinde yaşayan halklar, 19. yüzyılın başından itibaren, kendi geleceklerini belirleme doğrultusunda , imparatorluğa karşı mücadele sürecine girmişlerdir. 19. yüzyıllın ilk çeyreğinde Yunanlılar, daha sonra Romenler, Sırplar, Hırvatlar ve Bulgarlar, imparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Araplar ve Arnavutlar da kendi geleceklerini belirleme sürecine girmişlerdir. Asırlardır kendi toprakları üzerinde yaşayıp da geleceğini belirleyemeyen tek halk Kürtlerdir. 1915'de ve öncesinde, örneğin 1894-1895 de, 1909 da, Batı Ermenistan'da, Ermenilere karşı, soykırım yapıldığı biliniyor. Doğu Ermenistan'ın, 1921 de Bolşevikleştirilmesiyle, Ermenilerin de kendi geleceklerini belirleyebildikleri söylenebilir. Doğu Ermenistan'ın Bolşevikleştirilmesi, İttihatçıların, Doğu Ermenistan'ı da tepelemelerine engel olmuştur.

Kürdistan: Alt Sömürge
Sömürge Bile Olamayan Bir Toplum
Bugün Türkiye'de Kürt sorunu daha çok “çözüm” bağlamında konuşuluyor. Halbuki Kürt sorununun, Kürdistan sorununun, “çözüm”den bağımsız olarak, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla irdelenmesi gerekir. Bölme, parçalama ve paylaşma politikalarının nasıl kurulduğu, nasıl uygulandığı, bu politikaların oluşturulmasında ve uygulanmasında kimlerin rol aldığı, yaşama geçirilen bu politikaların ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, etraflı bir şekilde, zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmelidir. Bu süreçte Kürtlerin yaşadıkları zaafların belirtilmesi de, elbette çok önemli bir konu olmalıdır. Uluslar arası ölçekte, böl-yönet-yoket gibi, bir politikanın hedefi olmuşsanız, bu sizin çok büyük bir zaaf yaşadığınızı gösterir. Size hasım olan güçler, sizin bu zaafınızdan yararlanarak böyle bir politikayı oluşturmuş ve yaşama geçirmiştir. O zaman, Kürtlerdeki bu zaafların da antropoloji biliminin kavramlarıyla incelenmesi gerekir.
Kürtlerin ve Kürdistan'ın, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize şunu gösteriyor. Bir toplum, bir ülke, tarihinin belirli bir döneminde
bölünme, parçalanma ve paylaşılma gibi bir süreçle karşılaştığı zaman, o toplum bir daha kendini toparlayamıyor. Bölünme, parçalanma, yoğunlaşarak, derinleşerek, yaygınlaşarak sürüyor. Süreç, aşiretlerin, ailelerin bölünmesine kadar varıyor. Hatta aynı aile içindeki kardeşler bile birbirine hasım gruplar içinde yer alabiliyor.

Ermenilerin de böyle bir sorunu var. Ama, Kürtlerin bu sorunu çok daha ağır bir şekilde yaşadıkları açık. 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında bölünen, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu etki alanı içinde kalan Ermenistan, bu nedenlerden dolayı bir türlü merkezi bir yapı oluşturamamıştır. Çarlık Rusyası ve Osmanlı yönetimi, Ermenileri birbirlerine karşı kullanabilmek için her yolu denemişlerdir. Kürtlerin ve Kürdistan'ın ilk etkili bölünmesi, 1514 sularında, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında gerçekleşiyor. Yavuz Sulatan Selim'in ve Şah İsmail'in katıldığı bu savaşta, Kürtler ve Kürdistan ikiye bölünüyor. Savaş alanının Kürdistan olması bu savaşın önemli bir yönü oluyor. Her iki tarafın da savaş alanına daha çok Kürtleri sürmeleri savaşın çok önemli olan başka bir yönünü oluşturuyor. Bu bölünme ve paylaşılma, 17. yüzyılın ilk yarısında, 1639 Kasrı Şirin andlaşmasıyla resmileşiyor.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1828-1829 İran-Rus savaşları sonunda, İran kesimindeki Kürdistan, ikiye bölünüyor. Bölgenin kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu'nun denetimi altına giriyor. 11. yüzyıldan hatta daha öncelerinden beri Kafkasya'da, Kürtler ve Kürdistan vardı. Örneğin, Şeddadi ve Revadi hükümetleri zaman zaman Kafkasya'nın belirli bölümlerinde egemenlik kuruyorlardı. İşte bu topraklar, 19.yüzyılın ikinci çeyreğinde Çarlık Rusyasının denetimi altına girdi.

Ama, bugünü belirleyen esas süreç, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra yaşananlardır. 16 Mayıs 1916 da, Büyük Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası tarafından imzalanan Sykes-Picot Andlaşması, 21 Nisan 1917 de, imzalanan St.Jeanne de Maurienne andlaşmasıyla, İtalya'nın da bu andlaşmaya dahil olması, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın nasıl hazırlandığını göstermektedir.

10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr bu yolda imzalanan daha kapsamlı bir andlaşmadır. Ama tamamlanmış bir andlaşma değildir, yürürlüğe girmemiştir. Son andlaşma, 24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan Andlaşmasıdır. Bu, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını resmileştiren bir andlaşmadır. Kürtlerden ve Kürdistan'dan söz etmesi, Sevr'in dikkate değer bir özelliğidir.

Bugün Kürtler, Ortadoğu'da 40 milyonun üzerinde bir nüfusa sahiptir. Ve Kürtler tarihin bilinen çağlarından beri, örneğin, İsa'dan önce 4000 yıllarından beri kendi topraklarında yaşamaktadır. Türklerin Ortadoğu'ya gelişlerinin ise, onuncu yüzyıl, onbirinci yüzyıl olduğu bilinmektedir. Fakat Kürtler, bu kadar büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bu kadar büyük bir ülkeye sahip olmalarına rağmen, uluslar arası ilişkilerde tanınan küçücük bir siyasal statüye sahip değildir. Bunu söylerken son yıllarda, Irak'ta, Güney Kürdistan'da yaşama geçen, ve günden güne ete-kemiğe bürünmeye başlayan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni ayrı değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Kürtler, bu kadar büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, ne Birleşmiş Milletler'de, ne Avrupa Konseyi'nde, ne Avrupa Birliği'nde, ne İslam Konferansı Örgütü'nde küçücük bir siyasal statünün sahibi değildir. Kürtlerin adı, sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. 'Terörün kökünü kazıyacağız, terörü ezeceğiz, terörü yok edeceğiz” şeklinde… “Terör” denildiği zaman da, zaten, sadece Kürtlerin adı geçiyor. Örneğin Bağdat'da bir Sünni militan
beline bağladığı bombalarla bir Şii camiine giriyor, ibadet etmekte olan insanların arasında kendini patlatıyor. 60-70 ölü, 150-160 yaralı… Birkaç gün sonra da bir Şii militan aynı eylemi bir Sünni camiine girerek yapıyor. Uluslar arası basın, örneğin Türk basını bunlara direnişçi diyor. Benzer olaylar, örneğin Pakistan'da cereyan ediyor. Onlara da direnişçi deniyor. Peygamber Muhammed karikatürleri için Endonezya'da Fas'a kadar ayağa kalkan İslam Dünyası ise bu tür olayları çok doğal karşılıyor.

Karşılaştırmalar
Bugün dünyada 207 devlet vardır. 2004 Atina Olimpiyatları'na 204 devlet katılmıştı. 208 Pekin Olimpiyatları'na 206 devlet katıldı. Bugün devlet sayısı 207. Bu devletlerden 192 si Birleşmiş Milletler üyesi…

207 devletten, nüfusu bir milyonun altında olan, onlarca devlet vardır. Örneğin Avrupa Birliği'nin üyesi olan Luxemburg, Kıbrıs, Malta nufusları bir milyonun altında olan devletlerdir. Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, nüfusları 2-3 milyon civarında olan devletlerdir. Bu kadar büyük nüfusa rağmen, Kürtlerin küçücük bir siyasal statüye sahip olmamaları, 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan uluslar arası statükonun Kürtlere ne kadar haksızlık yaptığı, Kürtleri ne kadar dışladığı açıkça görülmektedir.

Andorra, San Marino, Monaco, Liechtenstein 53 üyeli Avrupa Konseyi'nin üyeleridir.
Bu dört devletin nüfusları 40-50 bin arasındadır. Bu devletler bu kadar küçük nüfuslarıyla bağımsız devletler olarak kurulurken, Ortadoğu'da 40 milyondan fazla nüfusa sahip Kürtlerin
küçücük bir siyasal statüye sahip olmamaları uluslar arası nizamın önemli bir konusu olmalıdır. Avrupa Birliği'nde, sadece Almanya'nın, Fransa'nın, İtalya'nın, İngiltere'nin ve
İspanya'nın nüfusu, Kürtlerin Ortadoğu'daki nüfuslarından fazladır. Belki Polonya, Kürtlerin Ortadoğu'daki nüfusları kadar bir nüfusa sahiptir. Geriye kalan 21 devletin nüfusları 5-10 milyon arasında, 15-20 milyon arasında değişmektedir. Avrupa Konseyi'nde de benzer bir durum vardır.
Kıbrıs'ta, 1974 “Barış Harekatı”ndan önce 160 bin civarında Türk yaşıyordu. “Barış Harekekatı”ndan sonra, Türkiye'den oraya devamlı nüfus nakledildi. Şimdi, 200 bine yakın nüfus var. Türkiye, Birleşmiş Milletlerle, Avrupa Konseyi'yle, Avrupa Birliği'yle ilişkilerinde
İslam Konferansı Örgütüyle ilişkilerinde ve çeşitli devletlerle geliştirdiği ikili ilişkilerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını istemektedir. Kıbrıs Türkleriyle ilgili olarak bu düşüncelerini dile getiren Türkiye'nin, Kürtler söz konusu olduğu zaman, hep inkar ve asimilasyon yolunda politikalar üretmesi, Türk dış politikasını büzen, çoraklaştıran, çarpıklaştıran çok önemli bir etkendir.

Uluslar arası İlişkilerin Ahlaki Boyutu
Uluslar arası ilişkilerde devlet çıkarının ön planda tutulduğu söylenir. Her devlet, bu ilişkiler sürecinde, öncelikle kendi çıkarını ön planda tutmaya çalışır, denir. Devlet çıkarının, uluslar arası ilişkiye itme gücü veren önemli bir dinamik olduğu söylenir. Bu, anlaşılabilir bir durumdur. Ama, yine de bazı ahlaki ilkelerin korunması esas olmalıdır.

Kaldı ki Kürtler, 200 yıldır, özgürlük için, özgür bir vatana kavuşmak için mücadele etmekte, bedel ödemektedir. Yukarıda adı geçen devletlerin böyle bir bedel ödemeleri de yoktur. Burada, şu hususu belirtmekte de yarar vardır. Adı geçen devletlerin devlet olma haklarına karşı çıkılmamaktadır, sadece, uluslar arası nizamın Kürtlere yaptığı haksızlık dile getirilmektedir.

Kürt sorunundaysa, Kürdistan sorunundaysa, hiçbir ahlaki ilkenin gözetilmediği vurgulanması gereken önemli bir durumdur. 16 Mart 1988 de Güney Kürdistan'da yaşanan Kürt soykırımı karşısında dünyanın sessiz kalması ahlaki bir durum mudur? Çeşitli devletlerin Saddam Hüseyin'e zehirli gaz üretiminin teknolojisini ve ham maddesini sağlaması ahlaki bir durum mudur? Birçok devletin, Saddam Hüseyin rejimine, zehirli gaz üretiminde ve kullanımında danışmanlık yapması ahlaki bir gösterge midir? Kaldı ki o günlerde, İslam Konferansı Örgütü, Kuveyt'de toplantı halindeydi. Yunanistan'da yaşayan Türklere yapılan baskılara, Bulgaristan'da Türklerin isimlerini değiştirilmesine karşı bildiri yayımlayan İslam Konferansı Örgütü'nün, Kürt soykırımına karşı sessiz kalması ahlaki ilkelerle bağdaştırılabilir mi? Kürtlerin yönetilmesinde hiçbir ahlaki ilke dikkate alınmıyor. Ahlaki ilkelerin böylesine sıfırlandığı bir yerde, hukuktan, adaletten söz etmek elbette mümkün değildir. Bu koşullar altında, zulme karşı direnme, baskıya karşı direnme temel bir hak olarak belirmektedir.

Gerek Avrupa Birliği'nin, gerek Avrupa Konseyi'nin Kürtlere ilişkin bazı kararları var. Bu kararlarda, “Kürtler, yaşadıkları devletlerin sınırları içinde, bazı haklara, bireysel haklara sahip olabilmelidirler. İlgili devletler bu yönde gerekli önlemleri almalıdırlar” denir. Bu düşünceler, kararların ikinci cümlesinde açıklanmaktadır. Birinci cümle ise şöyledir: “ Ortadoğu'da bağımsız Kürt devletinin kurulmasına karşıyız. Ortadoğu'da sınırların değişmesine karşıyız.” Avrupa Birliği'nin de, Avrupa Konseyi'nin de buna ilişkin birçok kararı var. Avrupa Birliği'nin ve Avrupa Konseyi'nin, Kürtlerin bazı doğal haklarını, temel haklarını dile getirirken bile, Kürdistan'ı müştereken baskı altında tutan devletlerin haklarını, çıkarlarını ön planda tutması dikkate değer bir durumdur. Öte yandan, “Ortadoğu” derken, sadece Kürtlerin kastedildiği açıktır. Yoksa, Ortadoğu'da, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını Avrupa Konseyi de, Avrupa Birliği de benimsiyor, hatta teşvik ediyor.

Bu ilişkileri irdelemekte yarar vardır. Yukarıda kısaca sözü edilen kararlarda, Luxemburg, Kıbrıs, Malta gibi devletlerin, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein gibi devletlerin de imzaları vardır. O zaman sormak gerekir. Nüfusları 40-50 bin civarında olan, nüfusları bir milyonun altında olan devletler; Ortadoğu'da, 40 milyondan fazla nüfusa sahip olan Kürtlerin geleceğini belirleme hakkını kendilerinde nasıl buluyor? Bu devletlerin toprak genişlikleri, belki, Kürdistan'ın bir ilçesi kadar bile değildir. Bu ilişkilerde ahlak var mı? Bu ilişkilerde asgari bir siyasal ahlak aranmamalı mıdır? Bütün bunlar, 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, uluslararası nizamın, ne kadar Kürt karşıtı olarak kurulduğunu göstermektedir.

Uluslar arası barışı kurma yolunda Milletler Cemiyeti başarılı olamadı. Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşı'nın çıkışını engelleyemedi. 1945 de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşmiş Milletler kuruldu. Ama, Kürtler için hiçbir şey değişmedi. 1920'lerde kurulan statüko Kürtlerin isteğine ve iradesine rağmen, aynen korunda, sürdürüldü. 1920'lerde Şeyh Mahmut Berzenci'nin savaşı sürece damgasını vurmuştu. Birleşmiş Milletler'in kuruluş dönemindeyse, Batı İran'da Mahabad Cumhuriyeti'nin kurulması ve yıkılması sürece damgasını vurmuştu.

Milliyetçilik-Irkçılık
1960'larda, 1970'lerde, 80'lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Amerika Birleşik Devletleri de ırkçılık yapmakla suçlanırdı. Güney Afrika'da beyaz yönetim, beyazlar, yerlilere şöyle diyordu: “Sizin renginiz siyah. Bizim içimize karışmayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız, otobüsleriniz, otelleriniz, sinemalarınız, parklarınız, pajlarınız… ayrı olsun.” Bunu gerçekleştirmek için dikenli tellerle çevrili “Bantustan” denen çok geniş alanlar oluşturulmuştu. Zaten “Bantustan” zencilerin toplu olarak yaşadığı yerler anlamına gelmektedir. Yerliler, buralarda beyazlarla temas etmeden yaşıyorlardı. “Bantustan” denen bu alanların, yol, su, elektrik, kanalizasyon, ulaşım, haberleşme… gibi alt yapı hizmetleri çok yetersizdi. Bu yönlerden, yerliler çok ağır mağduriyetler yaşıyordu. Ama yerliler buralarda iç özerkliklerini koruyarak, kendi öz değerlerini koruyarak yaşıyordu. Yerliler kendi kendilerini yönetiyorlardı.

Amerika Birleşik Devletleri'nde de, zencilere karşı buna benzer bir politika uygulanıyordu. Zencilerin, okulları, otobüsleri, otelleri vs. ayrıydı. Zencileri beyazlardan ayrı tutmak için özenli bir politika geliştiriliyordu.

Türkiye'deyse, Kürtlere şöyle söyleniyor: Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk'e benzeyerek yaşayacaksın. Bu süreçte, 'benim dilim, benim kültürüm vs. dersen bu kabul edilemez. Türk'e benzeterek yaşamaktan başka şansın yok. Benin dilim, benim kültürüm dersen, bu konuda ısrarlı olursan, çok ağır mağduriyetler yaşarsın…” Bu da ırkçılıktır, ırkçılığın farklı bir görünümüdür.
Şunu belirtmeye çalışıyorum.: “ Sen benimle birlikte, Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk'e benzeyerek yaşayacaksın” ırkçılığı, “ sen benim içime karışma, beyazların arasına karışma, ayrı yerlerde, ayrı mekanlarda yaşa” ırkçılığına nazaran daha ağır bir ırkçılıktır. Örneğin, Afrika Milli Kongresi'nin önderi Nelson Mandela, 1990 da hapisten çıkarılmış, 1994 seçimlerinde cumhurbaşkanı seçilmiştir. Nelson Mandela'yı 27 yıl cezaevinde tutan beyaz yönetimin devlet başkanı De Klerk, cumhurbaşkanı yardımcılığına getirilmiştir. Bu, Güney Afrika'da resmi ideolojinin esneyebildiğini gösteren önemli bir ilişkidir. Türkiye'deyse, resmi ideolojinin ne kadar katı, sert, değişmez olduğu bilinmektedir. Hızla değişen toplumsal ve siyasal ilişkiler, hiç değişmeyen resmi ideoloji ile kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Bu yönüyle Türk siyasal rejimi, Türk siyasal sistemi elbette demokratik değildir.

Türkiye'de ırkçılık olmadığı, ayrımcılık olmadığı, herkesin, bu arada Kürtlerin de, bütün görevlere gelebildiği kamu yönetiminde rol alabildiği söylenir. “Kürtler de vali oluyor, milletvekili oluyor, profesör oluyor, başbakan, cumhurbaşkanı oluyor…” denir. Bu bir demagojidir. Kürtlerin ancak Türkleşerek, Türk kimliğiyle bir yerlere gelebildiği, Kürt kimliğiyle hiçbir yere gelemediği, açık bir gerçekliktir. Herkesin, bu arada Kürtlerin de kimliğine zaten doğar-doğmaz Türk, Türk vatandaşı yazılmaktadır. Bu kimlikle, yani bir Türk olarak seçimlere katılabilir. Ama, milletvekili seçildikten sonra, Kürtlerin doğal haklarını talep ederlerse, bu konuda ısrarlı olurlarsa, ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirler. Demokrasi Partisi milletvekilleri, kimliklerinde, Türk, Türk vatandaşı yazdığı için seçimlere katılabilmişler, (Ekim 1991) milletvekili olduktan sonra, Kürt olduklarını söyledikleri için, Kürtlerin doğal haklarını savundukları için, bu konuda ısrarlı oldukları için, dokunulmazlıları kaldırılmış, cezaevine konulmuşlardır (Mart 1994) Türk siyasal hayatında, 15 kadar milletvekilinin dokunulmazlığının bir çırpıda kaldırılması bu çerçevede mümkün olmuştur. Bu sadece Kürt sorunu çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Bugün Kürtler ve Kürdistan Ortadoğu'nun ortasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olarak varlık mücadelesi, yaşam mücadelesi vermektedir. Herkes için doğal olan haklar, insanın insan olmaktan dolayı sahip olduğu haklar, Kürtler için yasaktır. Kürt toplumu olmaktan doğan haklar Kürtler için yasaktır. Suriye, İran, Türkiye Kürtleri çok kötü yönetmektedir, baskıyla, zulumle yönetmektedir. Saddam Hüseyin döneminde Irak'ta da çok kötü bir yönetim vardı. Suriye'de, 300 bine yakın Kürt, kimliğe sahip değildir. Kimliksiz bu Kürtler, hiçbir şey alamaz, satamaz, okula, hastaneye vs. gidemez. Saddam Hüseyin döneminde Kürtlere zehirli gazlarla soykırım yapıldığı bilinmektedir. İran'da son yıllarda idam edilenler de daha çok Kürtlerdir, kadın-erkek Kürt gençleridir. Bugün, PKK gerillalarının üslendiği Qandil, birinci gün Türkiye, ikinci gün İran tarafından bombalanmaktadır. Üçüncü gün ise, Qandil'i her ikisi birden bombalamaktadır. Irak ise, bu bombalamalar karşı hiç sesini çıkarmamaktadır. Bu bombardımanlar, Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kınanmakta, protesto edilmektedir. Bölge halkı bu sistematik bombardımanlar karşısında mağdurdur. Türkiye, İran, Irak, Suriye devletleri arasında çeşitli nedenlerden dolayı çelişkiler olabilir. Ama Kürt sorunu gündeme geldiğinde , Kürtlere karşı hep birlikte hareket etmektedirler.

“Irak'a Komşu Devletler Toplantısı”nı düşünelim. 1990' ların sonlarında, 2000'lerin başlarında oluşturulan bu yapının, anlamı nedir? Dünyanın neresinde buna benzer bir toplantı var? Örneğin Afganistan'da da sorunlar var. “Afganistan'a komşu devletler toplantısı” diye bir kurumlaşma var mı? “Macaristan'a komşu devletler toplantısı “ diye bir toplantı var mı? Irak'a Komşu Devletler Toplantısı'nda, herhalde, Kürtler'e yapılacak iyilikler konuşulmuyor.

Unutma-Unutturma
Kürdistan sorununda büyük bir unutma-unutturma durumu söz konusudur. 1920'lerde yaşanan bu ağır, çürütücü durumun, Kürtlerin bilincine çarpmadığı görülmektedir. Unutma-unutturmanın en iyi aracı kanımca resmi ideolojidir. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu hatırlamak gerekir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma konusunda büyük bir bellek kaybı vardır. “Kardeşlik” sloganı bellek kaybını gizleyen, kaybı derinleştiren ve yaygınlaştıran bir slogandır. Toplumsal bellek kaybı sadece halkta değil Kürt araştırmacılarda, Kürt aydınlarında da vardır. Bellek kaybı, batılı araştırmacılarda, batı basınında, batılı üniversite mensuplarında da görülmektedir. Batılı üniversite mensupları, batılı araştırmacılar da, Kürtlerin ve Kürdistan'ının bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olgusuna girmemeye büyük bir özen gösteriyorlar. Bölünmeye, parçalanmaya, paylaşılmaya hiç dikkat çekmeden, bu süreci hiç tartışmadan, “Irak Kürdistan'ı”, “İran Kürdistan'ı”, Suriye Kürdistan'ı, “Türkiye Kürdistan'ı” diyorlar. Bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla bu durumun eleştirilmesinde büyük yarar vardır. Bu, Kürt düşüncesinin, Kürt aydınının, Kürt basınının, Kürt diplomasisinin, Kürt siyasetinin önemli bir görevi olmalıdır.

Kürt sorunu veya Kürdistan sorunu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Bütün bunlar, Türk, Arap, Fars aydınların da, Avrupalı aydınların, üniversite ve basın mensuplarının da görevi olmalıdır.

Hukuk ve Özgürlük Mücadelesi ve Kürtler
Kürtler ve Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin yönetiminde hiçbir ahlaki ilkenin dikkate alınmaması gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletler, her zaman, politik, ideolojik ve askeri güçlerini, diplomatik güçlerini Kürtlere karşı birleştirebilmişlerdir. Kürtler karşısında her zaman böyle bir blokun oluşması, Kürtlerin yönetimini kolaylaştıran bir etken olarak belirmektedir. Kürtlerin mücadelesini ise, şüphesiz çok zorlaştırmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar bu güçler, İngiltere, Fransa, Türkiye Cumhuriyeti,
İran (Farslar) ve Araplardır. 1960'lardan sonraysa, Irak, Suriye, Türkiye, İran ve bu devletlerle ekonomik, politik, diplomatik ve askeri ilişkiler içinde olan İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği'dir. Bu devletler arasında, çeşitli nedenlerle çelişkiler olabilir. Ama, Kürtler, Kürt sorunu gündeme geldiğinde, hepsi de Kürtlere karşı bir blok oluşturmaktadır. Bugün, Kürdistan'ın herhangi bir kesiminde meydana gelen bir olay, öbür kesimlerde de olumlu veya olumsuz etkilerini göstermekte, Kürtleri ve Kürdistan'ı müştereken denetleyen, kontrol eden devletler de hemen, gerekli önlemleri almak için, toplantılar düzenlemektedir.

Bu müşterek denetimin, hukuk, adalet yaratmadığı, bilakis hukuk ve adalet duygularını çiğnediği, rencide ettiği çok açıktır. Bu baskı ve zulüm süreçlerine karşı özgürlük mücadelesi geliştirmek, Kürtlerin meşru bir hakkıdır. Bu koşullarda, zulme baskıya karşı direnme, meşru bir hak olarak belirmektedir.

İsmail Beşikçi

28 Şubat 2011 Pazartesi

KANLI .1 MART.2008'İN PERDE ARKASI




24.Şubat. 2011 günü HÜRRİYET Daily News'te yayımlanan sayın Vercihan Ziflioğlu'nun 1.Mart.2008'de Ermenistan'ın başkenti Yerevan'da vuku bulan kanlı olaylar sonrasını konu edinen makalesine temel teşkil eden söyleşilerden Sarkis HATSPANIAN'la yapılmış olan röportajın bütününü Türkçe olarak aşağıda okuyabilirsiniz.

YEREVAN, 25.Şubat.2011
KANLI 1.MART.2008'İN PERDE ARKASI



1) 1 Mart olaylarını bizzat yaşadınız, olanların nedenlerini anlatabilir misiniz ?


- 1.Mart.2008'deki kanlı olayların tek nedeni, ülkede 10 yıldan beri var olan oligarşik iktidarın her ne pahasına olursa olsun, erki elinden bırakmama derdiydi.
Ordu-polis-gizli servis-mafioz tayfalarla kendini pek rahat hisseden ve daha on yıllarca yıl yönetimi ellerinde tutacağından çok emin olan güçler, 2007 Ekiminde, 10 yıllık bir sessizlikten sonra aktif politikaya döndüğünü ve cumhurbaşkanlığına adaylığını koyacağını bildiren eski cumhurbaşkanı Levon Der-Bedrosyan'ın açıklamasından sonra ters köşe oldular, bu onların hesaplarında olmayan bir adımdı, neredeyse yasa büründüler.
a) Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olaylar üzerine ne gibi etkileri oldu ?
- Çok doğrudan ! Olayların, 19.Şubat.2008'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin açıklanan hileli sonuçları akabinde gelişmesi sorunuzun esas cevabıdır ve 10 genç insanın hayatına mal olması sonucuyla tabii ki çok olumsuz, feci bir etkide bulundu derim.



b) Sizce Sarkisyan hükümetinin sorumluluğu var mıydı ?


- Bence o zaman başbakan olan Serj Sarkisyan'ın bu olaylarda doğrudan bir sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Hatta de jure olamazdı da, çünkü ordu, polis, gizli servis gibi güç kurumları zaten yasal olarak cumhurbaşkanına bağlı, bağımlıdırlar ve ondan emir alabilirler. Ben bu görüşümü, 2008 ekim-kasımında gazetelere verdiğim röportajlarda da ileri sürmüş ve Robert Koçaryan dururken S.Sarkisyan istese bile 1.Mart'tan sorumlu tutulamaz demiştim de, bazı muhalif güçler böyle bir açıklamadan hiç de hoşnut olmadıklarını, mırın-kırın eden yazı ve makaleler yayınlayarak belirtseler de, birkaç ay sonra sırf Robert Koçaryan'ı La Haye uluslararası mahkemesine dava etmek için başlatılan imza kampanyası yanında, Serj Sarkisyan'a karşı herhangi hukuki bir soruşturma, koğuşturma başvurusunda bulunmayan Ermeni Ulusal Kongresi bünyesinde yerlerini almış olduklarından aynı benim gibi düşündüklerini de facto göstermişlerdi zaten. Ancak bu
Serj Sarkisyan hükümeti masumdur anlamını taşımamaktadır, çünkü 1.Mart'ta dökülen kan olmasaydı, o bugün zapt ettiği koltukta oturuyor olmayacaktı !


c) Seçim döneminde Ermenistan'da bulunuyordum ve ortam pek huzurlu görünüyordu. O ortamın pek acı 1.Mart olaylarına dönüşüp, kan dökülmesine sebebiyet vermesinin nedenleri nelerdi ?


- Sanırım sizin rahat ve sakin bir atmosfer diye nitelediğiniz durum bana göre fazla iyimser
bir tanımlama gibi geliyor, çünkü 2008 sonu, şubat başı ve tam da seçim günü muhalefet yanlısı onlarca insan haksız yere tutuklanmışlardı. Şu ana kadar hapiste bulunan politik tutuklu arkadaşlarımızdan ikisi, Harutyun Urutyan ve Aram Bareğamyan seçim sandığına doldurulmak istenen destelerle oyların seçim sandıklarına zorbalıkla doldurulmasını engellemeye çalıştıkları için tek bir polis memurunun yalancı şahitliği yüzünden 6'şar yıl hapse mahkûm edildiler. Aynı dönem mağduru epeyi arkadaşımız, 2-2,5 sene hapiste kaldılar.
Seçim günü muhalif seçmenlere, gazetecilere, milletvekillerine, hatta yurtdışından gelmiş olan Avrupa Birliği ülkelerinden gözlemcilere, Ermenistan'daki değişik büyükelçilik çalışanı diplomatlara bile fiziki saldırılar yapıldı. Böylesi olaylar yüzlerceydi ve bu türdeki gayrikanuni tüm olaylar yerel basın-yayın organlarında saat-saat ve en ince ayrıntılarına kadar yayınladılar. Öyle ki benim bu anlattığım olaylar vuku bulduğuna göre, pek rahatsız ve saldırganlıklarla dolu bir seçim atmosferinden bahsetmek çok daha doğru olur görüşündeyim.


2) Eğer 1.Mart.2008'e dönecek olur da, olayları saat-saat hatırlamaya çalışırsanız, feci olayları bize anlatabilir misiniz ?
İnsanlara nasıl ateş ettiler ?


- Sakin geçen mitinglerde, iktidarın onlarca provokasyonuna hiç aldırış bile etmeyen, tek bir
ağaç dalının dahi zarar görmediği, her gün yüz, iki yüz, üç yüz binden fazla insanın gelip katıldığı miting ve yürüyüşlerde gayri kanuni en ufak bir olayın bile olmadığı, kaydedilmediği bir ortamda, iktidar şoka düşmüş, ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırmış durumdaydı. 23. şubattan itibaren hemen her gün mitinglerde konuşma yapan insanları durduk yerde tutuklamaya başladılar. Aynı gün benim tutuklanma emrim de verilmişti ve polisler alana gelip beni götürmeye yeltendiklerinde yüz binlerin direnişiyle karşılaşıyorlardı. Bu her gün iki-üç kez deneniyor, fakat gelen polisler geri gitmek durumunda kalıyorlardı ve bu durum 1.Mart sabahına kadar sürdü. Ancak tüm bunları biraz detaylayarak sunmak, gelişmeleri daha iyi anlamaya yarayacağından biraz daha geriden gelelim isterseniz.


Levon Der-Bedrosyan aday olduğu 2008
yılı 19.Şubat cumhurbaşkanlığı seçimini, muhalif tüm
güçleri bir çatı altında
toplayabilen tek insan olma vasfı nedeniyle, çok büyük bir farkla,
neredeyse tereyağından kıl çeker gibi denilebilecek bir kolaylıkla
kazandı. Mamafih, var olan her türlü engele karşı seçimi büyük bir
zaferle kazanmış olan LDB'nin Kuzey ve Batı ile herhangi bir ön
anlaşması bulunmadığı halde, sadece kendi halkının ezici çoğunluğunun
güvenoyunu almış olması, o zamana dek kapalı kapılar ardında yapılmış olduğu (şimdi artık % 100 herkes tarafından da bilinen) bariz plan sahiplerinin oyununu bozmaktaydı ! Her ne pahasına olursa olsun, iktidar Ermenistan'da özgürlükçü-demokrat güçlere
böyle anayasal yolla, seçimle, vs. teslim edilemezdi ve onun için de 1.Mart pogromu gerçekleştirildi.

1991 Kasım sonu
Karabağ'da tanıştığım ve LDB'den çok daha samimi ilişkiler içinde
bulunduğum Robert Koçaryan ve zamanında önce ordu komutanı,
sonra ise Savunma Bakanı olan Serj Sarkisyan ile politik anlamda hep farklı siperlerde bulunduğumuz halde, insani ilişkilerimiz normaldi. Benimle her karşılaştıklarında hep çok saygılı davranmış olan bu 2 insanla olan 17 yıllık geçmişimizin hatırına, onlara beslemiş olduğum insani duygularımı 1.Mart.2008 sabahına kadar da olduğu gibi saklamış olduğumu, 9 gün, 9 gece süren Yerevan Özgürlük meydanında yapmış olduğum konuşmaların şahidi yüz binlerce insan da duymuştur ! LDB'ye gelince, ona doğru istemler temelinde,
insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik yanlısı
halkımızın yükselttiği mücadeleyi örgütleme ihtiyacını karşıladığı, halkçı bir
vatandaşlık hareketinin önderliğini yapmaya aday olduğunu çok
açık ve net olarak açıklayıp-belirttikten sonra sadece destek verme kararını almış on binlerce den biri de bendim. Ülke anayasasına göre, seçme ve seçilme hakkı olmayan bir Fransa vatandaşı olarak, tam 21 (2008 şubat'ında 18 yıldan) beri
yaşadığım ve uğruna ölümlere gidip geldiğim anavatanımda bana ömür boyu yadigâr kalan Karabağ'ın özgürlüğü kazanımına sahip olmam dışında, ülkemde 2 de çocuk yetiştirdiğim için, anayasal bir hak olarak tanınan toplantı ve yürüyüş yapma hakkından yararlanan yarım milyonu aşkın insandan birisi olduğumdan da memnunum ! İnsan olduğumdan, ülkemin bugün ve yarını
hakkında kaygılanarak, memleketimin kaderiyle yakından ilgilendiğim için de, yüz binlerin
haklı sesine sesimi kattım. Koçaryan diktatörlüğü
koşullarının insana hiç değer vermediğini çok iyi bilip, polis güçlerinin gözünü bile kırpmadan halka silahla saldırabilecek kadar
vefasız ve namussuz olduğundan emin olduğum halde, en ön saflarda yerimi aldığım halk hareketinin kaderini kendi kaderim
olarak kabul etmiş olmaktan da hiç pişman değilim !

Bir amerikan atasözünde söylendiği gibi
Devlet memurları, başsız çivi gibidir; içeri sokabilirsiniz ama
dışarı çıkaramazsınız gerçeğine bire bir uyan Ermenistan devlet memurları ne yazık ki devlet yerine kim iktidar ise, ona hizmet etmeyi görev saymaktalar. Koçaryan'ın neredeyse ortaçağa özgü feodalite hatırlatan 10 yıl (1998-2008) süren iktidarlık dönemi, artık hiç kimsenin kuşku duymadığı çok tehlikeli bir hal aldı. Sadece bu yıllar içerisinde 2 defa parlamento, 2 defa
Cumhurbaşkanlığı, 1 anayasa değişikliği ve 2 defa da yerel muhtarlık-belediye seçimleri tümden, yani % 100 hileli olarak
örgütlendiğinden ve halk çoğunluğunun sesi-nefesi olmak zorunda olan muhalif güçlerin bölük-pörçük ve örgütsüz olması yüzünden yaklaşık 1 milyon insanımız, polisiye-askeri güce dayanarak kendini kraliyet sisteminde gören oligarşik diktatörlüğe karşı mücadele etmek yerine, memleketten
göç etti ! Neredeyse umudun kalmayıp-bittiği, böylesi kritik bir
dönemde, iktidardaki oligarşiye karşı koyacak bir alternatifin bulunmadığı sanılan yaşamsal bir zamanda, aktif politikaya geri dönme kararıyla LDB yeter artık diye düşünen hemen herkesin tartışmasız tek adayı-önderi olmayı başardı. İktidar, tabii sovyetlerin yıkıldığı en zor dönemde hem bağımsızlığını ilan edip, hem de Karabağ'da elde edilen zaferin örgütleyicisi olmak vasfıyla zaten tarihe imzasını atmış olan LDB'nin politikaya dönüş
kararının, ne gibi bir baş ağrısı olduğunu çok iyi anlamış ve halkın
en had safhaya varmış nefretini kazanmış olması dışında hiçbir
kapitalinin bulunmadığı koşullarda, hem kuzey, hem de batıdaki dış
güçlerle hemen kapalı kapılar ardında haince pazarlıklara girişmiş,
her ne pahasına olursa olsun, talan ettiği milyarların, torunlarına yetmesini garanti edebilme derdiyle yanıp tutuştuğundan, o güçlerin en azından bir
10 yıl daha iktidarda kalabilmesine yardımcı olmasını bekliyordu. Ama, 2008 şubatında
herkesi şaşırtan, hiç beklenmedik
denmeye değer gururlu duruşuyla, halk yığınları görülmemiş inanç ve kararlılıkla, ülkenin yazgısıyla ilgili kararın,
memleketin tek sahibi olan halk tarafından verileceğini, seçim
sandığına atmış olduğu oylarla, hem iktidardaki diktatörlüğün yüzüne
indirdiği ağır tokatla, hem de Ermenistan halkının sesini hiç hesaba katmadan, maryonet oynatmaya alışık, karanlık dış güçlere ilk defaya
mahsus olmak üzere gösterdi ! 20. Şubat-1.Mart.2008 arası, Yerevan
Özgürlük Meydanında toplanan, adalet ve demokrasi için çadır
kent kuran ve sahip olduğu hakları sonuna kadar savunmaya niyetli vatandaşa dönüşmeye kararlı, yarım milyon, hatta günün bazı saatlerinde yaklaşık 600-650 bine varan insan, tam 20 yıl önce, yine aynı Şubat ayında ve aynı alanda Karabağ için toplanmış olan milyona varan soydaşımızın evlatlarıydı. Berlin duvarından başlayarak,
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasında çok önemli ve tarihsel bir rol
oynamış olan Ermenistan halkının gücü, yıllardır kendi varlığını hiçe sayan ve
memleketi ciğeri beş para etmez birkaç kişinin babasının bostanı olarak görme niyetlisi iktidarı yıkmaya yeter de artardı elbet ! Ülkemizi sarsan ve 10 suçsuz insanın hayatını kaybetmesine sebep olan kanlı 1.Mart olaylarının asıl nedenleri bunlardır işte !
3) Bilindiği üzere, bugün de Opera meydanı mitinglere kapalı olarak tutuluyor. O kanlı olaylardan şimdiye kadar niçin Opera'da mitingler düzenlenmesi engelleniyor sizce ?


- ÖZGÜRLÜK MEYDANI Yerevan'ın en merkezi, tam kalbinde bulunan Opera'nın avlusundaki alana verilen addır, 1988 Karabağ hareketinin orada yapılan mitingler
ve akabinde kazanılan savaşı sembolize etmesi nedeniyle önce halkça,
sonra da hükümet tarafından resmen Özgürlük meydanı olarak adlandırılmıştır. Ülkede hemen her politik gücün miting yaptığı alan,
20.Şubat.2008'den itibaren 1 gün önce yapılan hileli seçim sonuçlarını protesto etmek amacıyla düzenlenen mitingin, 1 gün sonra ülkenin değişik şehirlerinden gelip 24 saat orada kalanlarca spontane olarak kendiliğinden oluşan bir çadır kente dönüşüvermişti. 1.Mart.2008 sabahı ablukaya alınarak, orada bulunan on binlerce insana görülmedik vahşilikte saldırıda bulunan devlet güçleri tarafından kan gölüne çevrildi. Tam üç yıldan beri Ermeni Ulusal Kongresi tarafından Özgürlük Meydanında miting yapılmasını engelleyen iktidar hırsızlarının tek korkusu orada düzenlenecek tek bir mitingin bile beklenmedik gelişmelere dönüşebileceğini ve iktidarı kaybedeceklerini anladıkları içindir. Ermenistan'da her ne zaman olursa olsun, olası bir iktidar değişikliğine yol açacak olan halk hareketinin başarısı için gerekli ateşin kıvılcımı sadece Özgürlük Meydanında atılabilir diye düşünen insanlardanım.
4) Sadece olaylara karışanların değil, mitinglere katılma dışında hiçbir suçu olmayan insanlar, hatta hamile kadınlar bile olaylarda hayatlarını kaybettiler... Yerevan'a giden tüm yollar tutuldu ve başkent dışıyla ilişkiler kesildi. Kapalı perdeler ardında neler oldu ?
- Kanlı saldırılarda hamile kadınların bile coplanıp-dövüldüğü, çocuk yaştakilerin ayak altına alındıkları da doğrudur, ama olaylarda ne çocuk, ne de hamile kadınlar öldürülmediler. Bu doğru değil ! 10 genç insanın yaşamını yitirdiği olaylarda, başka bir can kaybı olduğuna dair hiçbir bilgi duyulmadı, eğer öyle bir şey olmuş olsaydı, hiç değilse ölü ya da kayıp yakınlarının sesi duyulmalıydı değil mi ? Başkentin tüm giriş-çıkışları ordunun tankları ve zırhlılarıyla, en büyük caddeler polis panzerleriyle tutulmuş, halkın Özgürlük Meydanına akın etmesi engellenmişti. Anayasanın tüm maddeleri toptan ayaklar altına alınmış, ordu ilk defaya mahsus olmak üzere politik yaşama zorla müdahale etmişti. Perde arkasında gelişen olayların en göze çarpanıysa, oligarşik güçlerin, işadamları ve ailelerinin koruyuculuğunu yapan sivil yüzlerce insana, önceden hazırlanan listelere istinaden ordu elbiseleri ve otomatik silahlar dağıtılmış olduğuyla ilgilidir. Tüm bu insanların isim listeleri ve ordunun hangi biriminden ne tip teçhizat edinmiş olduklarına dair pek detaylı bilgile basında yayınlanmış, fakat herhangi bir koğuşturma yapılmamış, daha doğrusu yapılması yukarıdan verilen emirlerle engellenmişti. Ermenistan o kadar küçük bir yer ki, burada hiçbir şey birkaç saatten fazla perde arkasında kalamaz.


a) Neden bugüne kadar 1.Mart olaylarının araştırılması amacıyla kurulmuş olan komisyonun çalışmaları bir sonuç vermedi ?
- 1 Mart olaylarını inceleme amaçlı Ermenistan iktidarı tarafından kurulan komisyonda, muhalif 2 insan, Ermeni Ulusal Kongresi'ni temsilen Andranik Koçaryan, Miras Partisi'nden de Seda Safaryan katılmaktaydı. Bu 2 insanın olayların içyüzünü ortaya çıkaran ciddi bulgu ve bilgileri topluma da mal etmesi, basına ulaşan gerçeklerin yayınlanması nedeniyle, kapalı kalması gereken perdenin aralanmaya başladığını gören iktidar, kendisi için tehlike çanlarının çaldığını fark ettiğinden söz konusu komisyonu Serj Sarkisyan'ın emriyle lağvetti. Bu davranış, Ermenistan'daki iktidarın
güttüğü devekuşu politikasının tipik bir örneğidir.
5) Bilindiği gibi olaylar sonrası yüzlerce insan hapsedildi, bunlardan bir kısmı sonradan serbest bırakıldı... Şimdi cezaevlerinde kaç politik tutuklu var ve durumunuz hakkında ne diyebilirsiniz ? Uluslararası kamuoyuna yönelik sözünüz var mı ?
- Olaylardan sonra gerçekten yüzlerce insan suçsuz yere hapse atıldı, yoldan geçen insanları dahi tutukluyorlardı, iktidarın gerçekten politik aktivist olarak tanımlayabildiği kişilerin sayısı 159 idi. Bunlardan ilk parti daha mahkemesiz sorgulama döneminde, birkaç ay sonra serbest bırakıldılar. İkinci parti, 19.Haziran.2009'da Ermenistan Parlamentosunda kabul edilen Genel Af Kanunundan yararlanarak 22.Haziran günü serbest kaldılar. Ben genel aftan yararlanması gerektiği halde hapiste kalmaya devam eden tek politik tutukluyum ve iktidarda bulunan hiçbir yönetici bu durumu açıklayamıyor. Her ne kadar R.Koçaryan ve Serj Sarkisyan'ın benden özel olarak öç aldıkları gibi anlamsız ve gülünç bir sebepten bahsediliyor olsa da, benim bir Fransa vatandaşı olarak 1992-1994 yılları arasında gönüllü olarak katıldığım Karabağ savaşına yurtdışından gelip-katılanlar olduğu gerçeğinin devlet tarafından kabul edilmemesini gerektiren bir raison d'Etat sorunu olduğu reddedilmezdir ve şu an da hapiste bulunmamın tek nedenidir. Ben eğer Ermenistan vatandaşı olsaydım, 22.Haziran.2009 Pazartesi günü özgürlüğüme kavuşmuş olurdum ! Tam da bahsettiğim bu durumu belgeleyebildiğimden dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce ikinci bir dava dosyam da kabul edildi ve ilki tamamen suçsuz olarak hüküm giymiş olmam ve temyiz istekli, ikincisi ise genel aftan yararlanmama izin verilmemesi sonucu boşu boşuna hapis yatmam karşılığı maddi ve manevi tazminat istekli iki davayı da kazanacağım ve mahkeme günü Ermenistan iktidarına karşı karar çıkacağı gün gibi aşikarken, günümüz iktidarının mağduru olma halim devam ediyor hâlâ ! Şu an Ermenistan hapishanelerinde 9 politik tutuklu bulunuyor, bunlardan sadece biri 1.Mart olayları öncesi ve sonrasıyla hiç ilişkisi olmayan, 2002 ocak ayından bu yana sözümona T.C. hesabına casusluk yapma suçlamasından mağdur edilen, tamamıyla suçsuz, temiz bir aydın olan sayın Murad Bocolyan'dır. Diğerleri, Sasun Mikaelyan, Harutyun Urutyan, Nikol Paşinyan, Aram Bareğamyan, Ara Hovhannesyan, Şmavon Kalustyan, Roman Mnatsakanyan ve bendenizim !
Doğrusunu isterseniz, uluslararası kamuoyuna yönelik bir söz söylemek istemiyorum, çünkü bugün onların değişik kurumlarının Ermenistan'daki oligarşik iktidarın bizleri rehine olarak mahpusta tutmalarına bile bile göz yumduklarını gördükten sonra ne de söylemek istesek, boşuna olduğunu bildiğimden, öyle
bir adımı yersiz ve yararsız buluyorum. Uygar Batı'nın emperyalist devletlerinin sahte demokrasi ve insan hakları savunucuları nedeniyle hapiste olan insanların, onlara başvurmasını ahlâki bulmuyor, hatta mahkûm ediyorum.


a) Olaylar sonrasında Levon Der-Bedrosyan ne durumdaydı ?


- Onu, 1.mart sabahı, kollarından kıvırarak Özgürlük Meydanından uzaklaştırdıklarında belki de 5-6 metre uzağındaydım ve alanı kan gölüne çeviren asker-polis güçlerinin yaptığını sonuna kadar seyrettikten sonra onu kendi evine götürüp göz hapsine aldıklarını biliyorum. Eğer ona dokunmamış olsalardı, ne olaylar olur, ne de kimse ölürdü diye düşünüyorum. Zaten 2.Mart gecesi sabaha doğru, LDB'nin sokaktaki yüz binlere eve dön çağrısı olmasaydı, eminim ölü ve yaralıların sayısı çok daha fazla olurdu. LDB'yi iyi tanıyan biri olarak söylüyorum, o son dakikaya kadar iktidarın halka karşı
ateş açacağına inanmıyor ya da inanmak istemiyordu. Bu bence onun en ciddi zaafıydı ve ölüler olduğuna dair haberin ona ulaştığı anki ruh halini tahmin edebildiğimden de, şimdi neden hapiste benim yerime Robert Koçaryan'ın bulunmadığını anlıyor, ama LDB'yi yakinen bildiğimden onun devrimci olmayışını kabul etmek istemesem de, onun kısasa kısas düşüncesinden uzak oluşuna yoruyorum.


6) Sayın Sarkis Hatspanian sizle ilgili olan olayları anlatarak, okuyucularımıza kendinizi tanıtabilir misiniz ?


- Seçim sandıklarının
kapanmasının ardından birkaç saat bile geçmeden, Merkezi Seçim Komisyonu dahi henüz herhangi bir açıklamada bulunmadan, Fransa
cumhurbaşkanı N. Sarkozy, Serj Sarkisyan'ı seçilmiş cumhurbaşkanı olarak kutlayınca, dış güçlerle yapılmış olan pazarlık ortaya çıktı.
Özgürlük meydanında toplanmış olan halkın 24 saat gözünün önünde (elinin altında) bulunan tek Fransalı ben olduğum için de, halkın kızgınlığıyla ilgili belirli bir durum analizi içeren açıklama yapma zorunluluğuyla,
mitingde ilk defaya mahsus olmak üzere söz aldım ve Ermenistan'daki Fransa Büyükelçiliğine yönelttiğim sözde, hangi kahve falına bakarak, henüz açıklanmamış
olan seçim sonuçlarını görmüş olduğunu ve tüm halkın bildiği gerçeği çarpıtarak ülkemizde demokratik seçimle yönetim oluşturabilmeye
kararlı halkı nasıl olur da eşek yerine koymaya yeltenildiğini,
yapılan bu çirkin davranışla Ermenistan'ın içişlerine karışmaya ve halkını yaralamaya hiç hakları olmadığını belirten bir konuşma yaptım. Son cümlemde seçilen eğer Serj Sarkisyan ise,
burada bulunan ve rüştünü ispat etmiş, 18 yaşından büyük, yani seçime fiziken katılmış olan yarım milyonu aşkın insanın eksi 10-15 derece soğukta 24 saat boyunca, hileli seçim sonuçlarını protesto etmesini, kim,
nasıl açıklayabilecek, bilmek isterim dedim. Hesap açık-seçik
ortadaydı, seçime katılma hakkı olan insan sayısının yarısının çok
üstünde bir kitle Özgürlük meydanındaydı ve buna o kitlenin mitinge fiziken katılmayan ana-baba, bacı-kardeş, eş-dost vs.'sini de ekleyecek olsak, oyların % 65'inden de çok fazlasının LDB'ye verilmiş olduğunu, saymayı bilen herkesin de net olarak görüp anladığını söyledim. Yaptığım konuşma sonrası meydandaki insanların coşku ve sevgisine layık bulundum ve onların istemiyle hemen her gün bazen günde birkaç defa konuşma yapmaya davet edildiğim için, mitingleri organizeden sorumlu olan düzenleyiciler ile politik hiçbir bağım bulunmadığı halde
halka her gün hitap eden 5 kişiden biri oluverdim. İktidar gittikçe
büyümekte olan halk hareketinin sivil itaatsizlik veya önüne geçilemez bir isyan hareketine dönüşmesi kaygısıyla, ne yapacağını bilmez halde, diğer bölgelerden başkente gelen oluk-oluk insan selini durdurabilmek
çaresizliğiyle, Yerevan'ın tüm girişlerini kapattı ve tutuklama kampanyası başlattı. Ben, 23.Şubat günü halka hitap ederken, ambiyona yaklaşan ve hakkımda tutuklama kararı olduğunu bildiren polislere, gayrikanuni bir eylemde bulunmadığımı ve hiç olmazsa hakkımdaki
tutuklama emrinin adresimle, kayıtlı olduğum Fransa Büyükelçiliğine
resmen tebliğ edilmesini kanuni olarak yapmak zorunda olduklarını
bildirdim. Beni alandan zorla kelepçeleyerek götürmeye kalkan
polislere karşı koyan yüz binlerce insan sayesinde alanda kaldım ama aynı şey her Allahın günü, günde 2-3 kez aynen tekrarlanıyordu.
24-25.Şubat günleri Özgürlük meydanından evine dönen miting
konuşmacılarından 3 kişi polisçe kaçırılarak tutuklanınca, beni de
aynı tehlikenin beklediğini
anlamayan kalmamıştı artık ! Tarafımdan neden Serj Sarkisyan'ı seçmiş olanlar da bizim gibi miting yapıp kaç kişilik seçmen tabanına sahip olduklarını ispat etmek istemiyorlar, yani Halep oradaysa, arşın burada fikrinin kitlelerce kabul görmesi ve yayılmasının ertesinde iktidar, 26.Şubat günü
Yerevan Cumhuriyet meydanında, vatan, millet, Sakarya türü bir cumhuriyet mitingi
düzenlemek zorunda kaldı. O gün, aslında var olan bütün soruların cevabını verdi ve Serj Sarkisyan ömrü boyunca hiç unutamayacağı bir şekilde rezil kepaze
oldu.
İktidarda olup da halk tarafından sevilir hiçbir yönetime rastlamış olmasam da, Ermenistan koşullarını yakından tanıyan biri olarak, hükümet üyelerinden birçoğunu bildiğim için söylüyorum, bu sanki eşyanın tabiatına aykırı olduğu aşikar, emrivaki diktat yönetimin son 10 yıldır kötü alışkanlık haline gelen uğursuz
Koçaryan
tayfasının üyeleri, 26.Şubat günü muhalefetle sidik yarışına kalkışma
yanlışını işledi. O gün, devlet sektöründe çalışan, memurlar ve
ailelerinin tüm üyelerini eğer gelip-katılmasalar işten atılma tehdidiyle,
ülkenin her köşesinden korkutarak, başkentin Cumhuriyet meydanına
toplamayı deneyen yönetim, tam da T.C.-vari tabire uygun bir
Cumhuriyet mitingi düzenledi. Mitinge zorla getirilen yaklaşık 300
bine yakın insanın dört bir yanını demirden engeller ve 3 sıra da
polis kordonuyla çevirerek, o kadar insanın fiziki ihtiyaçların giderilmesi için bile
alana "girmek var, çıkmak yok" emrine itaatle bırakmayanlar, seçilmiş cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan mikrofona yaklaşıp da konuşmasına başladığı zaman, ellerine zorla tutuşturulan kendi resmiyle, İleri Ermenistan
yazılı kartondan pankartları yere atarak, alanı sarmış olan güvenlik güçleriyle kavga-döğüş, yarıp
geçerek, yeter artık diye sloganlar atarak, ayakla oradan ancak 2 km. uzakta bulunan bizim Özgürlük meydanındaki mitinge kendi gönülleriyle gelip katıldılar !
Tüm ülkeyi şok eden bu eylemi duyan herkes, hemen Özgürlük meydanına koştu ve hayatımın en mutlu günü olarak hep hatırlayacağım
26.Şubat.2008 günü akşamı alandaki 700 bin kişinin birbirleriyle
sarmaş-dolaş sarılarak, hüngür-hüngür ağlayıp, sevinç gözyaşları
döktüğü, herkese sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o unutulmaz
güzellikteki gece, sabahlara dek davul-zurna halay çektik ! Halkın ezici
çoğunluğunun haydi, bu işi bitirelim artık diye düşündüğü bu en
uygun zamanda, bir liderden beklenen pek sorumlu kararlılığı
gösteremeyen LDB, çok daha sonra Ben devrim değil, evrim yanlısıyım, iktidara şiddet yoluyla gelinemez açıklamasıyla, 26.Şubat
günü atılmayan adımı savunmaya kalktı. Oysa, iktidarın elebaşlarıyla, ailelerinin memleketten kaçmaya hazırlandığı tek gece işte o geceydi ! Ben, halka hitaben
yaptığım konuşmada seçimleri kontrol için ülkemizde bulunan Avrupalı gözlemciler, sıkıysa gelip de alanda bulunanları saydıktan sonra dürüstçe rapor sunsalar da bu iş biter dedim ve halka 4.Mart salı günü Avrupalı gözlemcilerin yazılı olarak sunacakları rapor öncesi bu alanda 1 milyon insan toplanmalı, zafer bu sayıda insanımızın yan
yana gelişine bağlıdır, lütfen yarın herkes alana beraberinde bir kişi daha getirsin çağrısında bulundum ve bu çağrı hemen herkesin ağzında
hedef 1 milyon insan olarak yayılıverdi. Organizatörler tarafından da en aklı başında bir adım önerisi olarak kabul gören bu çağrının gerçekleşmesi
için uygun bulunan günse, 2.Mart pazar günü olarak kararlaştırıldı ve
çağrıda bulunan kişi olmam nedeniyle her gün (27,28,29
Şubat) en azından günde 3
defa yaptığım konuşmalarda 1 milyon insanla alanda toplanma fikrimiz
iktidarın korkulu rüyası haline gelmiş, tüm ülke yollarını kapatıyorlar, korku ve terörle halkımızı sindirmeye bakıyorlar, ama
biz tüm dünyaya adı Özgürlük meydanı olan bu seçim sandığına gönüllü olarak gelip, oyunu LDB'ye vermiş olduğunu, bu denli açık ve net bildiren 1 milyon insanımızla, gerçekte seçmen sayısının % 85'in çok üstünde olduğumuzu ispat etmeliyiz. Bakalım o zaman, kim ne diyecek ve Fransa cumhurbaşkanı N.Sarkozy kimi, nasıl tebrik edecek, görürüz anlamlı mesajı iletiyordum. Halk tarafından ciddi
olarak algılanan bu fikir, gün be gün yerine saat be saat yayılıp, gelişiyor ve alanı giderek daha fazla dolduran güzelim insanlarla gerçekleşme yolunda ilerliyordu. Oysa, 2.Mart pazar günü alanda 1 milyondan da çok fazla insanla olunacağının artık gün gibi belli olduğunu bizden de daha
iyi anlayan ve her ne pahasına olursa olsun, iktidarı zorla elinde
tutmaya kararlı oligarşik diktatörlüğün, kardeş kanı dökmeye hazırlandığını kimse bilmiyordu. Bu nedenle de, 1.Mart sabahı Ermenistan'a bahar gelmedi ! Halil Cibran'in İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa
varabilir sözlerini anımsayarak girdiğimiz 29.Şubat'ı 1 Mart'a
bağlayan gecenin karanlığında, alandaki çadırımı ziyaret eden
Ermenistan'da Fransa Konsolosu Jackie Charotte ve iki yardımcısı benimle uzun uzun sohbet edip, ille onlarla büyükelçiliğe gidip orada kalmamı ve her ne olursa olsun alandan kazasız-belasız uzaklaşmam için devlet
yetkilileriyle bir ön anlaşmaya vardıklarını, hatta eşim ve
çocuklarımla birlikte beni de Fransa'ya ulaştırma yönünde uzlaşmaya
varıldığını bildirerek onlarla beraber Özgürlük meydanını geri
dönmemek üzere terk etmemi rica ettikleri zaman alandaki yığınlarca
insan için son çanların çaldığını ne yazık ki bilmiyordum. Konsolos
beye insani davranışı için teşekkür edip, ben kaderimi 18 yıldan beri
bu ülkede yaşayan halkımla bağlamışım, bundan böyle de bu böyle olacak. Lütfen Ermenistan'da ilk kez oluşmakta olan bu halk hareketine destek olmadığınız gibi, hiç olmazsa köstek olmayın yeter! diyerek
onları vefa ve saygıyla uğurladım. Tam 3,5 saat sonra, daha gün
ağarmadan, alanda bulunanlardan çokları çadırlarında uyurken, polis, asker, jandarma el ele, alçakça, hain ve sinsice yapılan görülmemiş bir
saldırıya uğradık. Savunmasız insanlara karşı aslan kesilmiş
yeniçeriler tam anlamıyla bir POGROM gerçekleştirdiler. Savaş
alanını andıran durumda, yakılan çadırımın yanı başında bulunan Hovhannes Tumanyan heykelinin altında, nereden, nasıl geldiğini bile
anlamadığım darbelere maruz kalırken Fransız piçinin, anasını ağlatın, ölmekten beter edin köpoğlunu emirlerini yerine getirenlerden beni emir var, sağ-salim merkeze götürülecek diyerek
devralıp, kan-ter içinde yerlerde sürükleyerekten askeri bir cemseye
taşıyıp alandan çekip-götürenlerin, 1992-1994 Karabağ savaşından
bilip, yakından tanıdığım tertemiz subay arkadaşlar, yani hayatımı kurtaran insanlar olduğunu sadece çok saatler sonra, aynı günün akşamı Kurtarılmış Bölgeye ulaştırıldığımda ancak anlayacaktım. Sağlam
tarafımın kalmadığı ve yara-berelerimin iyileşmesinin haftalar aldığı dönem, dağ başında kuş uçmaz, kervan geçmez bir diyarda, en az
iki-üç hafta yatalak durumda kaldığım yerde beni ziyarete gelebilen ilk dostumdan, Yerevan'da vuku bulan kanlı 1.Mart hakkında
duyup, öğrendiklerim beni derinden sarsıp şok etmişti. Şimdi bile
algılamakta zorluk çektiğim ve hala
beyin hücrelerimin kabul edemediği
olayda, en zoruma giden şey, masum insan yığınlarını keyfi
kurşunlayabilen insanlarla soydaş sayılmaktan duyduğum utançtır. Uzun
yıllar Ermeni'nin faşistine rastlamamış olmakla boş yere böbürlenip, kendi kendimi avuttuğuma yansam veya yanmasam ne yazar bilmem, ama
D.Zaven'in Kaba güç karşısında, sonunda mutlak zafer kazanacak olan düşüncedir sözlerine, beynimle yüreğimin bütün hücreleriyle inanmayı
sürdürüyorum !


7) Politik tutuklularla ilgili düşünceleriniz nelerdir, durumunuz ne olacak, sizi ne zaman serbest bırakırlar? Tarih, olayları aydınlatabilecek mi ?


- Politik tutuklular, öyle ya da böyle bir gün serbest bırakılacaklar tabii... Ama beni üzen kendini iktidar yerine koyan bu tayfanın Avrupa Konseyi ile bizim özgürlüğümüzü pazarlık konusu etmesi ve pahalıya satmak istemesidir. Bize ulaşan bilgilere göre, 8 arkadaşımdan altısının serbest bırakılması bir an meselesi olarak gündemde diye biliniyor olsa da, ben, Sasun Mikaelyan ve Nikol Paşinyan'ın en son gün de dahil olmak üzere cezaevinde bulunacağımız söyleniyor. Serj Sarkisyan bu 3 kişiden kişisel hırsını çıkarıp, intikam alıyor, biz de eğer çok istiyorsa alsın bakalım deyip, dört duvar içerisinde bizim özgürlüğümüz için mücadele eden halkımıza layık bir duruşla dimdik ayakta durmaya ve adaletsizliğe boyun eğmemeye devam ediyoruz. En büyük USTA zaman bizi haklı çıkaracaktır, çünkü biz halkımızın haklı istemlerinin sözcülüğünü yapmanın dışında hiçbir suçu olmayan insanlarız, yani SUÇUMUZ İNSAN OLMAK !


a) Politik tutukluların mağdur olması bir yana, olaylarda canını yitiren gençler oldu, onlarla ilgili düşünceleriniz nelerdir ?
- 1 Mart günü polis ve askerler tarafından açılan ateşle canını yitiren 10 genç insanımız, bizim için eşkıya dünyaya hükümdar olmasın diye özgürlük yolunda ölümsüzleşen birer meşale olarak hep kalbimizde yaşayacak olan yiğitlerdir. Onlardan biri de ben, biz, miting ve yürüyüşlere katılan yüz binlerden herhangi biri de olabilirdi pekâlâ ! Öyle ki, hiç kimse o 10 masum yiğidi kendisinden farklı görmüyor ve her an onların bizlerle olduklarına inanıyoruz.


8) Ermenistan Ceza Kanunları'nın hangi maddesiyle yargılandınız ?
- Beni tutukladıklarında, ilk 72 saat içerisinde, Ermenistan Ceza Kanunlarına göre ya suç isnadında bulunacak ya da serbest bırakacaklardı. Sorgulamamı yapan KGB müfettişleri ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar ve 3. günün son 2 saatinde şefleri gelip seni uzun zaman hapsedebilecek bir ceza maddesi bulamasak da yukarıdan verilen emre uymak ve bir şey uydurmak zorundayız. 'Minareyi çalan kılıfını uydurur' misali 3-5 seneni kodeste geçirmeye hazırlan deyip, gazetelerden birine verdiğim bir röportajı suç nedeni göstererek, , beni ECK'nın 333.üncü maddesiyle, yalancı ihbar denen pek saçma-sapan, adı var-kendi yok bir suç isnat ettiler. Gülünç olan bu suç maddesine göre ya 50 bin dram (=150 $) veya 1 aylık hapis cezası öngörüldüğü halde, mahkemede savcılık 4,5 yıl hapsimi istedi, ancak siparişle çalışan hakim bile bu kadar komik bir duruma eyvallah etmek istemediğinden olsa gerek, 3,5 sene hapse mahkûm etme kararını vererek büyük bir insaniyet sergiledi !... Mahkemede yaptığım savunmayı bir gün mutlaka yayınlayacağımdan, eğer bulur da okursanız, insanlığın, 2008'de Ermenistan'da kurulan mahkemeler sayesinde traji-komedinin tiyatronun unutulmaya yüz tutan bir kolu olmaktan kurtulduğuna da inanması gerektiğini mutlaka anlamış olacaksınız. Benim mahkûm edilmem, gülüyoruz ağlanacak halimize den başka bir şey
değil, onun için de gülmeyi hiç unutmuyorum.
9) Opera meydanı sizin için ne anlam taşıyor ve bundan sonra ne anlam taşıyacak ? Özgürlüğünüze kavuştuktan sonra, o ruhunuz ve yüreğinizde ne gibi bir iz bırakacak ?
- 1988'den beri Özgürlük Meydanı'nın gönlümdeki, bilincimdeki yeri her Ermeni insanının gönlü ve bilincindekinden farklı değildir. O meydan, Karabağ ve Ermenistan'ın özgür ve bağımsız devlet olmalarının sembolüdür. Yakın bir zaman sonra da Ermenistan halklarının özgürlüğünün sembolü olacağından hiç kuşku duymuyorum ve söylediğim sözlerin gerçeği yansıttığına adım kadar eminim, inanın. Yaşayıp göreceğiz !


10) Uluslararası kamuoyu sizin durumunuzla ilgileniyor. Onlara ne gibi bir mesajınız var ?
- Bu sorunuza daha önce cevap vermiş olduğum için tekrara gerek görmüyorum. Uluslararası kamuoyunun bizim özgürlüğümüz için çırpınmadığını gördüğümden de onlara yönelik hiçbir mesajımın olmadığını bildirmekle yetiniyorum.


a) Komünist ve düşünce özgürlüğünün var olduğu iki Ermenistan hakkında ne söyleyebilirsiniz ?
- Eğer sorunuzu yanlış anlamıyorsam, komünist dönemle, günümüz Ermenistan'ı arasındaki farklılıkla ilgili görüşlerimi bilmek istiyorsunuz. Bağımsızlık her ulusun rüyası olsa ve halklar özgür iradelerini özgürce ifade edip gelişmeyi sağlayabilmeleri yeğlense de, sovyetler dönemindeki kazanım ve gelişmeler günümüz Ermenistan'ında kaydedilen kayıp ve gerilemeyle karşılaştırılamaz bile ! Birbirinden siyahla beyaz kadar farklı bu iki Ermenistan'dan benim için tabii ki sosyalist olanı tercihidir, ancak bağımsız Ermenistan koşullarında 2008 Şubatından itibaren varlığı reddedilmez halk hareketi ağır ama emin adımlarla sosyalizmin ilk gereği olan demokrasi için verilen
mücadeleyi zafere ulaştırabilse, daha insani, daha güzel bir Ermenistan yaratılacak. Benim gönlümde, savaşsız-sömürüsüz, barış içinde yaşayan tüm halklarıyla, her vatandaşının işi ve ekmeği olan, özgür, demokratik, ama daha da ötesinde sosyal, hukuki ADALET'in hüküm sürdüğü bir Ermenistan yatıyor. Önümüzdeki yıllar işte böylesi bir devlet yaratmak için verilecek kavga yılları olacağına inanıyorum. Ben bu kavganın en ön saflarında olacak ve çocuklarıma idealimdeki ülkeyi bırakabilmek için çalışacak, terleyeceğim. Ermenistan, kimsenin babasının bostanı olmadığından da, Fransalı olsam bile, buranın asıl sahiplerinden hiç de aşağı kalır bir statüyü kabul etmediğimi dosta da düşmana da göstermek istiyorum. Bugün mahpusanedeyim ama yarın nerede olacağımı kim bilebilir ki ? Ben, ülkemin yarınlarına, güneşli, güzel günlerine inanıyorum. Yarınlar bizim olacak,
haklıyız, kazanacağız !
11) Hangi cezaevlerinde bulundunuz ? Sizin gazetelerde makaleleriniz, söyleşileriniz, politik analizler ve çağrılarınız yayınlanıyor. Dış dünyayla bu tür ilişkileriniz olabildiğine göre, hiç olmazsa bu anlamda rahat olduğunuzu düşünebilir miyiz ?


- Mahpusanelerin en kötüsü olan KGB bodrumlarından başlayarak tam 3 hapishanede bulundum, ama bunlara al birini, vur öbürüne demekten başka bir şey gelmez elimden ! Çok kötü şartlarda kaldım, farelerin cirit attığı pek rutubetli ufacık hücrelerde, çok az ışık girdisi olan yarı karanlık yerlerde tahtalar üzerinde kaldım. Beni, gururumu kırmak, şerefimle oynamak, rencide edip, diz çökmemi görebilmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar, ama başaramadılar. En gayrı insani metotların çeşit-çeşitlerini denedilerse de sonuçta ben onları yendim. Ve direncimi özgürce düşünmeye, halkımın mücadelesine olan sonsuz inancıma borçluyum diyebilirim. İnsanın vücudunu hapsedebiliyorlar da, düşüncesini hapsedemiyor, yüreğine pranga vuramıyorlar !
Mahpusluğumun her günü yazdım, yazdım, yazdım... Günlük tuttum, politik analizler, kısa öyküler yazdım. Son 6 aydır, ben hapisteyken rahmetli olan babamın yaşam öyküsünü de yazmaya başladım. Onunla aynı yazgıyı paylaşma onuruna sahip olduğum için, baba-oğul ilişkilerini irdelerken, aslında hem iki nesil-iki mücadele, hem de Türk-Kürt-Ermeni ilişkilerine değinip, toplumsal çok önemli olayların analizini de yapmaya çalışıyorum. Kitap bittiğinde Türkçe olarak İstanbul'da yayınlanacak zaten. Dış dünyayla tek ilişkim yazmam sayesinde var oldu ve öyle olmaya da devam ediyor. Olsun Ermenistan, olsun Fransa ve diğer bazı ülkelerin basın-yayın organlarında son 3 yıl zarfında yüze yakın yazım yayınlandı, şimdi de yayınlanıyor. Mektuplaşma hakkımı kullanıyorum ve benim için mektup yazmak, makale, öykü, kitap yazmak anlamına geliyor. Bu söyleşimi de zaten sizin bana mektupla ulaştırdığınız sorulara cevap vererek yapıyorken, bu bana sanki Bir dostuma mektup yazıyormuşum gibi geliyor. Ne yani, politik tutukluyum diye mektup yazma hakkımı da mı kullanmayayım, yazdım, yazıyorum ve yazacağım. Söz uçar, yazı kalır sözünü yaşam bana 46 yaşımda Ermenistan mahpusanelerinde öğretti ve Sorbonne Üniversitesi'nden mezun olmamdan 20 yıl sonra Mahpusanelerin yaşam üniversitelerinde eğitim almayı zorladığı için kaderime teşekkür borçluyum. Ermenistan iktidarı sayesinde şimdi Vardaşen mahpusanesinde oturmuş doktoramı hazırlıyorum.
YEREVAN, ŞUBAT 2011

26 Şubat 2011 Cumartesi

BİR GAZETECİ DAHA TUTUKLANDI!

TUTUKLU GAZETECİLERLE DAYANIŞMA PLATFORMU’NDAN
BASINA VE KAMUOYUNA


* Halkın Günlüğü Gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Hıdır Gürz Tutuklandı...

* Tutuklu Gazeteci ve Yazarların Sayısı 51’e Yükseldi...



23 Şubat’ta Demokratik Haklar Federasyonu’na (DHF), Halkın Günlüğü gazetesine ve okurlarına yönelik olarak 7 ilde yapılan eşzamanlı polis operasyonunda düzen muhalifi 23 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlardan 15 kişi serbest bırakılırken 8’i tutuklandı. Tutuklananlar arasında Halkın Günlüğü gazetesinin yazı işleri müdürü Hıdır Gürz de bulunuyor. Gözaltı ve tutuklama saldırısı, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, düşünce ve ifade özgürlüğüne, halkın haber alma hakkına yönelik doğrudan bir saldırıdır.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak Demokratik Haklar Federasyonu’na, Halkın Günlüğü gazetesine ve okurlarına yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısını protesto ediyoruz. Halkın Günlüğü gazetesinin yazı işleri müdürü Hıdır Gürz’ün tutuklanmasıyla birlikte cezaevlerinde tutuklu bulunan gazeteci ve yazarların sayısı da 51’e yükselmiş oldu. Diğer yandan bugün Ankara’da Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Çağla Yeleser’in gözaltına alınması, düzen muhalifi gazetecilere yönelik saldırının sistematikleştiğini ve artarak sürdüğünü gösteriyor.

Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, düzen muhalifi gazetecilere yönelik saldırılar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a dek devlet yetkililerinin “Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü sorunu yoktur” şeklindeki açıklamalarını yalanlıyor. Yaşananlar geleneksel devlet politikası olarak sistematikleşen 100 yıllık sansürcülüğü dışa vuruyor...



Söz, Eylem, Örgütlenme Özgürlüğü İstiyoruz...

Tutuklu Gazetecilere Özgürlük!