Özdemir Asaf,
“Ağzında yalan varken konuşma!” der o muhteşem dizesinde; Ermeni Soykırımı
konusunda, ağzından yalanlarla köpük saçanlara seslenirmişcesine!
Yalancıların
yalanları malum olmasına malum da, bu yalanlaraa “When ignorance is innocence!”
(“Cehalet masumiyet olunca!”) deyişindeki üzere, ortak edilmişlere ne demeli?
Gilles Deleuze’nün,
“İktidar ezilenlere yatırım yapar, onların içinden onların yardımıyla geçer;
iktidar onlara dayanır,” diye betimlediği “Onlar” o kadar çok ki!?
Kim ne derse
desin: 1915 Ermeni Soykırımı’nın inkârı, toplumu resmî ideoloji ekseninde rehin
alan bir tahakkümdür, bu doğru; ama bunun yanında, “cezasızlığı
cesaretlendiren” bir kuralsızlıkla faşizmin sıradanlaştırılmasıdır.
Kardeş bir
ulusun, sermayenin Türkleştirilmesi için tarihin tanık olduğu en kapsamlı
felaketlerden birine maruz bırakılması, “miş”li geçmiş cümlelerle anılamaz.
“1 milyon 500
+ Hrant” (veya Sevag) gerçeğinden gördüğümüz üzere soykırım bugün(ümüz)dür; bir
milli futbol maçında “Ayağa kalkmayan Ermenidir!” histerik haykırışlarındaki
üzere dumanı üstünde, günceldir.
Şunu kimse
inkâr edemez: Ahbarik Hrant’ın katline dâhil olan veya cinayetin perdelenmesinde,
aklanmasında üzerine düşeni yapan katiller ve işbirlikçileri devlet tarafından
taltif edilmiştir.
Yaşadıklarımızla
birlikte, mahkeme süreci ve sonuçları da bunu alenen ortaya koymaktadır.
Hrant’ın
katilleri de soykırımın failleri gibi “aklanıp” taltif edilerek, cesaretlendirilmiş,
teşvik edilmişlerdir. TCK 301. maddenin lafzına ve ruhuna uygun olduğu üzere…
Bunun böyle
olmasında, şaşırtıcı bir şey de yoktur. Çünkü Ermeni Soykırımı’nın 98. yıldönümünde
gerçekle yüzleşmeye yanaşılmadığı gibi, gasp edilen Ermeni malları ve el konan
kadınlara, çocuklara dair büyük suskunluk hâlâ resmî tavırdır.
Bunun da böyle olmasında, şaşırtıcı bir şey
de yoktur. Çünkü Ermeni Soykırımı, kolektif bir suçtur. Bu suçtan egemen ulus
kategorisinde yer alan her katman, şöyle ya da böyle nemalanmıştır; H. de
Balzac’ın, “Her büyük servetin arkasında, büyük suç yatar” uyarısındaki üzere…
Bu noktada Yahudi
Soykırımı’nın gerçekleştiği Almanya’da “gnade der späte geburt” (geç
doğmuş olmanın merhameti/affı) tavrındaki bir “aklanma” girişimi, Ermeni
Soykırımı nitelemeleri için de geçersiz bir liberal hezeyandır.
Neyzen Tevfik’in,
“Stran dîsa ew stran e, di sazan de têl guherî,/ Kulm dîsa ew kulm e, hebe tenê
dest guhêrî” (“Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,/ Yumruk yine o yumruk,
bir varsa el değişti”) dizelerindeki üzere “geçmiş”,
bugünde yaşayan dündür.
Sırf bu
nedenle “1915’te ben/biz yoktum/yoktuk!” denilerek geç doğmuş olmakla,
dedelerin(in) el koyduğu Ermeni birikimleri ile içi içe geçmiş soykırımdan ellerini
yıkamak, geçmişi bugünde yaşatmaktır.
Tarihin
karanlık sayfalarıyla yüzleşmek, öncelikle suçluların ve suçlarının bugün
yürürlükte olan uzantılarını tasfiye etmek demektir. Sıra mallara mülklere el
konması konusuna veya Kemalizm döneminin karanlık sayfalarına gelince başını
öte yana çevirmek, namuslu ve samimi bir tarih yüzleşmesi değildir. Böylesi bir
tutum, kendimizle gerçekten yüzleşmemize izin vermez. Geleceğin de hep eğreti
kurulmasına yol açar.
Tam da bu
noktada “Hayır” demesini bilmeyenin “Evet”inin de anlamı olmadığını bir an dahi
unutmadan/unutturmadan; toplumsal vicdan(ımız)ın (onu öldürmedikçe!) yanılmaz
bir yargıç olduğu bilinci ve nihayet Alain Badiou’nun, “Gerçek kuramsal değil,
pratik bir iştir,” kararlılığıyla Ermeni Soykırımı konusunda Eduardo Galeano
ile birlikte “- Ben diğer bir senim. -Sen diğer bir bensin,” diyerek yan yana
geliyoruz bir kez daha, gerçeklerle yüzleşmek için…
Hem de 2005
yılında Osmanlı tapu kayıtlarının Türkçeye çevrilerek internete konması
projesini MGK’nın, milli güvenliğe aykırı bularak, konunun kapatıldığı
Türkiye’de...